10 Nisan 2012 Salı

Sanatta Tasarlama Kabiliyetini Zorlamak

Jan Vermeer - The Art of Painting
http://66.84.15.77/baroque/vermeer9a.html

Hala düşüncelerimi toparlayamamış olabilirim. Konudan konuya atlamamaya özen göstererek, uzun süredir üzerinde düşündüğüm, zaman zaman farklı kişilerle tatlı-sert tartışmalara girdiğim bir konuya değinmek istiyorum. 

Müzik ya da tüm sanat kolları içten başlar ve dışarıya doğru hareket ederek insanlarla buluşur. Bu buluşmalar birbiriyle çarpışarak bazı sonuçlar doğurur. Bu sonuçlar çoğunlukla, sadece sanatçıda yararlı ya da zararlı etkiler bırakabilir. Dış gözlemci ise bu buluşmaya, sadece hayranlık ve beğeni ile renk katar ya da negatif bir etkiyle, küfürler ederek buluşma yerini anında terk edebilir. 

Sanatın kollarını ayırt etmeksizin olaya "Tasarlama" olarak bakmaya çalışıyorum. Sanatçılar tasarlama kabiliyetlerini üst sınırlara zorladıkça yaşadıkları alanların çok dışına çıkarak, farklılıklar yaratabilirler. Rutin, kendini tekrar eden tasarımlar ya da kopya tasarımlar sanatçıyı bir sonuca götürmez. Kopya tasarımların genişletmek gerekirse, tarihler boyunca x konulu birşeyi tasarlayanlar, diğer insanlar tarafından keşfedildiklerinde ilahlaştırılmıştır. Bu ilahlar günümüzde dahi erişilemeyecek noktalarda görülmekteler ve onların tasarlama kabiliyetlerine yaklaşma konusunda neredeyse herkes ürkek davranmaktadır. Bu ilahlaştırılan insanların becerileri ve yetenekleri kusursuz kabul edilerek, söz konusu sanat için metot kabul edilmiştir. Bu yüzden eğitimden başlayarak devam eden dönemlerde hep bu ilah olarak benimsenmiş insanların çizdiği ve benimsediği yolda gidilerek kişiler sanatlarını geliştirmeye çalışır. Eğer bu sürecin içerisinde kişilerin kendi tasarımları ve yaratıcılıkları yoksa dünyanın en büyük kusurlu hareketi; fakat en kusursuz illüzyonudur.  

Elbette bu ilahlar muhteşem insanlar. Bunun aksini inkar etmek çok büyük ayıp ve ahlaksızlık olur. Biz bulunduğumuz zaman içerisinde hala JS Bach'ı, Vincent van Gogh gibi isimleri konuşabiliyorsak bu onların ilah ötesi varlıklar olduğunun kanıtıdır. Burada asıl sorun şudur; biz bu insanları ilahlaştırırken kendi tasarlama sınırlarımızı ne kadar zorlayarak kendimizi onlara yaklaştırabiliyoruz; ya da bundan yüz yıl sonra onlar kadar anılmak için çaba sarfediyoruz. 

Bu meselenin yetenek boyutu kuşkusuz var. Yetenekli olmak tek başına yeterli bir kavram değildir. Yetenekli olmak kadar doğru düşüncelere sahip olmak ve o düşünceleri ölene dek olgunlaştırmak gerekir. Bu olgunlaşma evrelerinin tıkandığı yerler konusunda kaygılanmak ve bu kaygıların üzerine giderek, aşmak gerekir. Bu tıkanmalar her çözüldüğünde kendi içinde sanatçı kimliği bir sınıf daha atlayacaktır. Fakat burada hassas bir konu var bu konudaki tıkanmaları bir rakibe karşı elde edilen başarı ya da başarısızlık olarak algılamamak gerekir. Etrafımızdaki hiç kimse bu konuda rakip statüsünde değildir. Olmamalıdır. Geldiğimiz nokta her ne olursa olsun kişisel çabamız ve tasarım kabiliyetimizi zorlamamamız olacağı için olayı kendi içimizde içsel bir zafer olarak değerlendirmek gerekir.

En kısa anlamda anlatmak istediğim sanatın en verimli ve en güzel evrilme şekli kişinin kendi iç dünyasında yarattığı şeyler ile olmaktadır. Bu iç dünyayı keşfetmek, yaşanabilir bir hale getirmek yine sanatçının kendi elindedir. Bunların ardından yaşanacak hiç bir his mucize değildir. Hakedilmiş, gerçek hislerdir. Bu konuda şans faktörleri sıfırlayarak, kişilere sonsuz bir mutluluk yaşatmaktadır.

Peki; bu iç dünyaya yararlı olmayan ya da yanlış düşünceler müdahil olursa ne olur?

Sanatta Eğitim:

Açıkçası eğitim kısmının külliyen yanlış uygulandığını (resmi/özel kurumlar) düşünüyorum. En basitinden "konservatuarlara giriş için torpil gerek" klişesinin hala çürütülemediği bir ortamda sanattan ve eğitimden bahsetmek çok gereksiz olacaktır. Zira; bu konunun atlanmaması ve herkes tarafından eleştirilmesi gerektiğine inanıyorum. 

Konuya geçmeden önce XXI. Mimarlık Tasarım ve Mekan Dergisi, Mart 2012 sayısında Çok Çizen mi Bilir, Çok Okuyan mı? başlıklı yazıyı okumanızı tavsiye ederim. 


Dergide üzerinde konuşulan konu Mimarlık. Bu doğru; fakat Kenan Güvenç'in bahsettiği şey orada varolan eğitim düzenine karşı bir eleştiri getiriyor. Röportajın tamamında olayın mimarlık olarak algılanmasından ziyade bizden mimarlık kelimesinin yerine kendi değerimizi koyarak, algılamamızı istiyor. Bu şekilde okuduğumuzda bütün meselenin özüne inme fırsatı yakalıyoruz. 

Tasarım bir fiildir, ürün ya da üretim değil. Tasarım; zihnin duyumsal ağının dış dünyaya irkilmesiyle beliren bir kırılma, farkına varma ama en önemlisi bir karşılaşma anıdır. Yani tasarım, bir kişi olmanın, biri ve kendi olmanın eşsiz olanağıdır ve sosyal olana, mimarlığa değil hayatın kendisine ait bir şeydir. Bu nedenle tasarım öğretilemez, aynı bir bebeğe ağlamanın öğretilememesi gibi.                                                                                                   
- Kenan Güvenç, XXI Mimarlık Tasarım ve Mekan Dergisi / Mart 2012 - Archiprix 2011 Muhalefet Şerhi, Sayfa 37 - 
Eğitim kurumları kişilerin bu iç dünyasında yarattıkları dünyaya doğrudan müdahale ediyorlar. Yüzyıllar boyunca uygulanan tekniklerin, söz konusu sanat üzerine yorumlayarak, kişilere empoze edilmesini sağlıyorlar. Kişiler daha sonra ölen iç dünyasının ardından ağlamaya bile fırsat bulamadan, başkalarının kendisine öğrettiği teknikler ile sınırla kalmak kaydıyla, yaratıcı olmayan tasarımlara imza atıyorlar. Daha doğrusu, daha önce başkaları tarafından icat edilen, kişilerin kendisine ait olmayan tasarımlar. Kopya tasarımlar.  

Kişi kendinden uzaklaştıkça bu konuda yapay bir topluluğa yaklaşıyor. O topluluğun kuralları çerçevesinde sanatçı kimliğini gösteriyor. Halbuki gösterdiği kimlik kendi kimliği değil, bulunduğu topluluğa ait bir kimlik. O kimliğe dair hiçbir şeyi kendi seçmedi. Ne rengini, ne şeklini. 

Kişileri sanatçı olma yolunda giderken öğrendikleri tüm teknikleri kusursuz uygulayabilirler. Ağır disiplin altında uygulamada başarısız olmaları beklenemez. Zira bu eğitim anlayışının getirdiği ve eleştirimin odak noktası olan kısım burada başlıyor. Kişiler sanatlarının tüm teknikleri üst düzeyde sunmalarına rağmen kendilerine ait hiçbir şey sunamıyorlar. Sundukları şeylerde, kafalarına takılan bir kırılmayı uygulama cesaretleri ise neredeyse sıfıra yakın oluyor. Çünkü; onlara empoze edilen eğitim onların yaratıcılığını çoktan öldürmüş oluyor. 

Konuya müzik üzerinden devam ederek, daha lokal bir bölgede devam edeceğim. Beni Türkiye'de en çok düşündüren ve genel hatlarıyla umutsuzluğa sürükleyen konu, kişilerin müziğe sanatın ötesinde başka insanlara karşı kendini ispatlama, görünür ve hissedilir olma düşünceleridir.. Sürekli yeni olduğunu sandığımız şeyler üretiliyor. Üretilen her müzik bir öncekinin aynısı; ve meselenin odağında müzik durmuyor. Başka şeyler var. Müzik sadece aracı bir güç olarak kalıyor. Tıpkı Ay'ı gözlemlemek için teleskop kullanmamız gibi. Bizim asıl görevimiz Ay'a gitmenin yollarını bulmak olmalı. Başka bir örnekle Müzisyenler film için müzik yaparlar; ama o müziği bestelerken müziklerine uygun görüntüyü hissettiklerinde ve bunu böyle uyguladıklarında hedefe ulaşırlar. Şimdiki zamanda müzik bazen giyilen bir kıyafet, bazen aykırılığın dozu gibi duruyor. İnsanların farklılaşmaktan anladıkları birbirleriyle rekabet ortamları yaratmalarıdır. Bu çabaların getirdiği anlamsız saçmalıklar kişilerin yetenek ve tasarım kabiliyetlerini dibe vurmasını hatta yok saymasını sağlıyor. Kişilere doğrudan "başarılı olmalısın" fikrini lanse ediyor. Onların anladığı dilde başarılı olma fikri ise söz konusu başarıya hızlıca ulaşma ihtiyacını doğuruyor. Bu yüzden bir çok insan sahip oldukları kusursuz yeteneklerine rağmen bu dalgalı denizde kaybolup gidiyor. Yıllar sonra geri dönüp baktığımızda bir sahil kenarına vuran cesedin üzerinden tahliller yapmak pek bir şeyi çözmüyor. 

En başta bahsettiğim gibi yetenekli olabiliriz. Bu muhteşem bir şey. Fakat biz bu yeteneğe sahipken yaptığımız müziği hissedemiyorsak; ya da hissetmek yerine başka şeylerden besleniyorsak o zaman kaybetmeye başlıyoruz. Ali Güçlü Şimşek, tarihini net hatırlamıyorum yaklaşık 5 yıl önce Rolling Stone'da gitar çalmaya yeni başlayanlara şu tavsiyede bulunuyordu; 

İyi gitarist saniyede bin nota basmak yerine, bir iki nota basıp keyfini çıkartandır.

Bu sözün altında yatan detaylar çok önemli. Gitaristliği hızlı çalmak ya da izledikleri virtüözlerin videolarındaki öğretilerini birebir taklit etmek sanan müzisyenler var. Kişiler bir süre sonra o kadar çok başkalarının eserlerini çalıyorlarki kendi ürettikleri eserlerde kendi iç dünyalarından bir esinti dahi bulmak zor oluyor. 

Çingenelerin müzik yetenekleri herkes tarafından biliniyor. Türkiye'de her ne kadar 9/8 lik ölçü birimi olarak semboleşmiş olsa bile daha geniş değerlendirilmeleri gerekir bu insanların. Mesela işe Transylvania filmini izleyerek başlayabilirsiniz. Olayın sadece 9/8'den ibaret olmadığını böylece anlayabiliriz. Bu insanların akademik kurumlar tarafından diretilen ve değişmez kurallarını nasıl oluyor da bu kadar kolay yıkabiliyorlar? Herhangi bir müzik türünü istediklerinde nasıl rahatça icra edebiliyorlar? İncelenmesi gereken durum akademi k eğitim alanlar kadar, hatta çoğundan daha iyi enstrüman çalabiliyor olmalıdır. Eğer bu durum gerçekçi bir yaklaşımsa akademik eğitimlerin hiç bir anlamı ve değeri kalmıyor.

Eğitim gerçekten şart mı? Bu konuya kesin bir şekilde evet diyemem; ama eğer gerçekten bir eğitim ihtiyacı varsa müzik yolculuğunun ilk aşamasında olmamalı. Kişiler bu yolculuğun ilk dönemlerinde başkalarının öğretileri yerine kendi iç dünyasıyla buluşmalı ve bu dünya üzerinde kendi kendine yorumlarda bulunmalı. Sürekli denemeli. Dünyanın en saçma sapan şeylerini yapsa dahi denemeli. Kişi kendine eriştikten sonra bu eğitime belki yer verilebilir. Bu tamamen opsiyonel bir durum olarak kalmalı.

Yaptığımız müziğin özünde samimiyeti, içtenliği, doğallığı yok ettiğimizde geriye hiç bir anlam ifade etmeyen sesler çıkıyor. Bu seslere katlanmak çok zor ve yorucu. Ortaya çıkan eserlere yüklenen bir anlamlar olmalı. Bu anlamların yok edilmesi, içinin boşatılarak yerine başkalarına ait düşüncelerin konması, eser sahipleri için çok tehlikeli bir şey. Bu yüzden müzisyenlerin veya sanatçıların yaptıkları eserlere kendi olgunlaştırdıkları düşüncelerini aktarmaları gerekiyor. Çünkü; o bir süre sonra karmakarışık hale gelen ve cümleler kurarak anlatılması gereken düşünceleri ifade etmek zorlaşıyor. Tam bu sırada ortaya koyduğu eseri ile bunu net bir şekilde anlatabilir.

Bu işi bana göre en iyi yapanlardan biri Korhan Futacı & Kara Orkestra'dır. Kargamecmua'nın Nisan 2012 sayısında, Gözü Kara Orkestra başlığında, Korhan Futacı & Kara Orkestra röportajı var. Röportajın ilk sayfasında Korhan Futacı'da bu içten gelen sanata vurgu yapıyor.

Korhan Futacı: Ben Hep şeye inanıyorum; hakikatten içten bir müzik yapılan bir mekânda, kendini o işe adamış insanların çaldığı bir mekânda sesten öte durumların ortaya çıktığına inanıyorum. Ve insan vücudunun da zihninin de, bilincinin de, sadece kulaklarıyla değil yani bütün vücuduyla bunu algıladığını düşünüyorum.

Devletin getirdiği müfredat bugüne kadar hiç bir verim sağlamamıştır. Eğer bir çocuk yetenek sahibiyse,  çevresinde o yeteneği büyütecek, geliştirecek ve sağlam bir mantalite sahibi insanlar yoksa, ya o çocuk çaldığı blok flüt ile kalır ya da geri dönüşü olmayan yollara girer, kaybolur. Eğitmenlerin burada devreye girip, olayı ele alması lazım. Gerekirse müfredatı yıkıp geçerek o çocuğu eğitmeli ve sanata kazandırmalıdır. Sistem bütün öğrencileri iş hayatına hazırlıyor. Sanat'a doğrudan yetenekli bir çocuğu yönlendiren bir sistem yok. Sanat hala birileri için hobiden öte değil. Müzik sistem için sadece eğlence. Bir müzik öğreticisi için bu sisteme alet olmamalı.

Bahsettiğim eğitim şekli yukarıda eleştiri getirdiğim konuları kapsamıyor. Eğitmenler eğer var olan sistemin öğretilerini bu öğrencilere empoze etmeye devam edeceklerse zaten hiç bulaşmasınlar daha iyi. Bu öğrencilere müzik ya da sanat hakkında nasıl düşünebileceğini, müziğin ya da sanatın enstrüman çalım tekniklerinin çok ötesinde bir şey olduğunu birilerinin anlatması gerekiyor. Çocukların tasarlama kabiliyetlerini zorlayıcı konulara değinmelerini sağlamak ve sağlıklı bir yöne doğru yönlendirmek gerekiyor. Yani olayın tamamen felsefesine inip, çocukları iç dünyasıyla buluşturmayı amaç edinilmesi gerekiyor. Çocuğun gelişimi eğer düşünce aşamasında verimli geçerse, ilerleyen yıllarda tamamen kendine ait bir şeyler üretmek için çabalayacaktır. Kendi iç dünyasını keşfettikçe, kendine ve düşüncelerine olan merakı artacaktır. Kendi düşüncesini kendi içinde ilahlaştıracaktır. Bu ilahlaştırma onu sadece her zaman daha iyi, daha harika bir eser üretmeye yönlendirecektir. Eserlerin içinde kurgularla iç dünyasını anlatacaktır. Bu çok zor ve sabır gerektiren bir süreç olabilir; fakat sonunda hem öğrenciler hem de eğitmenler açısından da kazanılacak şey çok fazladır.

Çok yakın zamandan bir örnek vererek yazıyı noktalamak istiyorum. Vodafone Freezone liseler arası düzenlenen yarışmaya bir göz atmanızı isterim. Bir sürü lise var; ve neredeyse hepsi cover şarkı çalarak bir şeyler yapmaya çalışıyor. En iyi performans gösteren iki tane lise vardı izlediklerim arasında. Onlar bile çok zor sayılabilecek eserleri çalabilecek kadar yetenekli olmalarına rağmen cover çalmışlar. Onlara bir kişi bile çıkıp neden beste yapmadığını sormamış mı? Aralarındaki en iyisi diyebileceğiniz performans sahipleri bile cover çalıyorsa ve çoğunluk bunu savunuyorsa, biz bir kaç yüz yıl daha birilerini ilahlaştırıp, onlara erişimi imkansız hale getirmemiz gayet doğaldır.

Ta ki biri çıkıp bütün bu olan biten şeylerin farkına varana kadar.

Olamaz mı?
Olabilir.

(...)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder