31 Ekim 2012 Çarşamba

VİDEO | Portecho - Permanent Runaways


Şu dakikalar içerisinde üçüncü albümü Motherboy'un tanıtım konserini Salon İKSV'de veren Portecho, bu albümünden ilk video klip çalışmasını da Permanent Runaways'e yaptı.

Post Punk ezgileriyle süslü parçanın klibi için;




VİDEO | The Antlers - "Drift Dive"

The Antlers, Temmuz ayında yayımladığı EP'si Undersea'den "Drift Dive" adlı parçaya çektiği video klibi paylaştı!

"Sular altındaki" bu klip için buyursunlar;



26 Ekim 2012 Cuma

Foals'tan yeni albüm: "Holy Fire"


İngiliz grup Foals, 2010 çıkışlı albümü Total Life Forever'dan sonra çıkartacağı ilk albümünü 2013 Şubat ayında yayımlayacağını açıkladı.

Nine Inch Nails, PJ Harvey ve Smashing Pumpkins gibi isimlerle de çalışmış olan "Flood ve Moulder" adındaki prodüksiyon ikilisiyle çalışacak olan grup, Holy Fire isminde yayımlayacağı albümden ilk single'ını da Inhaler adlı parçayla 5 Kasım tarihinde paylaşacağını açıkladı.




Mutrib: O Yakın Uzak Sen ve Ben

Mutrib
Mutrib, 2010 yılında kurularak hayatımıza giren bir grup. On Your Horizon'dan tanıdığımız Gülşah Erol'un ve Babajim'de ve bir çok tanıdığımız, bildiğimiz müzisyenin projelerinde ses veya kayıt teknisyeni olarak yer alan Alp Çoksoyluer'in birlikte adım attığı, elektronik öğelerin bol bol kullanıldığı, bence benzerinin çok fazla olmamasından dolayı da akıllarda fazlasıyla yer edeceği bir projedir. 

Gruptaki iki ismin dışında da çok değerli iki kişi daha var. Çağrı Erdem ve Zafer Tunç Resuloğlu. Bu isimlerden Çağrı Erdem'i ayrı bir yere koyuyorum. Çağrı Erdem'in şarkılara kattığı rengi dinleyince direkt anlayabilirsiniz. Daha önce bende aynı hisleri uyandıran bir gitarist daha dinlemiştim. O da Portishead'in gitaristi Adrian Utley'di. "Kafa" olarak ona çok yakın bir performans sergilediğini düşünüyorum. Sırf bu yüzden bile Mutrib'i dinleyebilirim, dinleyebilirsiniz. Ayrıca; Çağrı Erdem müzisyenlik ile bize sunduğu iç dünyasının yanı sıra, Altıkırkbeş'in kütüphanesinde yer alan Siyaha Övgü isimli bir kitabı var.

Gülşah Erol, Mutrib'in nereden, nasıl geldiğine yönelik izleri bize bandcamp sayfasında söylüyor. Müzisyenlik cesaret, sabır ve sahnede en büyük konserini verirken bile yeni yapacağı bestesini düşünebilen, müziğe aç insanların yapabileceği bir iş olduğunu düşünmüşümdür.  Benim öne sürdüğüm bu kalıba uyan bir profil varsa ona en çok uyan isimlerden biride Gülşah Erol'dur. Bu yüzden, bu tür düşünceyle yoğrulan insanlara biz dinleyenlerin sahip çıkıp, desteklemesi gerektiğini düşünmüşümdür. Böylesine iştahla müzik yapma isteği olan insanların etrafında da yine aynı iştahla müzik yapan insanlar olunca Mutrib olabiliyorsunuz. Bir çoğumuzun yetenekli insanlar bir araya gelince ve sonra başarısız olunca kurduğumuz klişe "Abi adamların gitaristi/vokali/basçısı/davulcusu çok iyidi aslında neden tutmadılar anlamadım" cümlesinin sebebide aslında bu iştahsızlıktır. Bunu görmek için biraz derin düşünmekte fayda var diye düşünüyorum.

Mutrib, kesinlikle iyi bir projedir. Bana göre daha fazla duyulmayı, saygı görmeyi hakediyorlar. Mutrib'de bu konuda artık yapıcı adımlar atmaya başladığını, paylaşımlarını arttırdığını bize yavaş yavaş göstermeye başladı. 

Yazıyı Studio Bee'deki canlı performans kaydını paylaşarak noktalamadan önce; her ne kadar sanatın içinde olduğu yarışmaları desteklemesem ve samimi bulmasam bile sadece bir konser mahiyetinde bakarakMutrib'in, geçen sene Neyse'nin 1. olduğu, Babajim'in bu sene 2.sini düzenlediği "Be The Band" yarışmasında ilk 10'a girerek finalist olduğunu ve 28 Kasım akşamı Babylon'da sahne alacağını ekleyelim.



25 Ekim 2012 Perşembe

TOP 5 | The Pineapple Thief


2008 yılında Vecihi ile özellikle takıldığımız belli başlı gruplarımız vardı. O zamanlar ağırlıklı olarak dinlediğimiz "Progressive Rock" janrını seven her müziksever gibi Steve Wilson'ın yaptığı işleri merakla takip ediyor, Porcupine Tree'yi de hayranlıkla dinliyorduk. Yine Last Fm ve o zamanlar takıldığımız forumların sayesinde Porcupine Tree similar'ı olarak dinlemeye başladığımız Pineapple Thief'i halen arkamızda bırakamadık. (ki hiç öyle bir niyetimiz yok.)

Hayatımıza öylesine girmişti ki bu grup, dinlemeden duramıyor, yüreklerimizi dağlayıp, genç yaşta dert sahibi oluyorduk adeta. Yeni çıkardıkları son albümü All The Wars'un üstüne PT'nin işte bu dert sahibi yapan şarkılarından seçmeler yapıp, tanımayanlarla da tanıştırmanın tam zamanı olduğunu düşündük.

Ve işte The Pineapple Thief'in bendeniz tarafından hazırlanan Top 5'i !


1 - Pineapple Thief - The Bitter Pill / Variations On A Dream (2003)



2 - Pineapple Thief - All the Wars / All The Wars (2012)



3 - Pineapple Thief - Run Me Through Variations On A Dream (2003)



4 - Pineapple Thief - The Sorry State / Tightly Unwound (2008)




5 - Pineapple Thief - My Debt to You / Tightly Unwound (2008)



23 Ekim 2012 Salı

ALBUM I The Pineapple Thief - All The Wars

The Pineapple Thief 'in (PT) bazen gerçekten talihsiz bir grup olduğunu düşünüyorum.  Koskoca adamlar,  ne kadar iyi müzik yaparlarsa yapsınlar, ne kadar rüştlerini ispatlamış olurlarsa olsunlar, inatla ve her albümlerinde Porcupine Tree (PCT) ile karşılaştırılmak zorunda kalıyorlar. Oysa iki grubun benzeştiği sadece iki nokta var; solistlerin benzer vokal performanslarına sahip olması ve iki grubun da müziğe yaklaşım açılarının progresif rock formu üzerinden oluşmasıdır.

Uzun lafın kısası; PT yeni albümleri olan "All The Wars" ile geçen haftalarda karşımıza çıkıverdi ve bu albüm gerçekten PCT'yi andırıyor. Şaka, şaka! Hiç benzemiyor.

All The Wars, PT'nin çıtayı epeyce yükselttiği 'klasik' albümlerin en sonuncusu. Bir grubun müziğe yaklaşımını bozmadan, her albümde müzikal çıtasını istikrarlı bir şekilde yukarı çekmesi, pek alışık olduğumuz durumlardan biri olmasa gerek. Peki All The Wars hangi açılardan daha iyi bir PT'yi taahhüt ediyor bize?

Öncelikle, grup bir önceki albümleri olan Someone Here is Missing (Seni Buralarda bir Özleyen Var- Yalın) ile kendini daha agresif melodiler üzerinden  tanımlamaya kalkışmıştı.  SHM öyle bir deneme içerisinde, oldukça iyi melodilere ya da düzenlemelere sahip bir albümdü. Ancak SHM kesinlikle olgun bir albüm değildi. Grup All The Wars'ta da benzer bir yaklaşıma sahip, ancak sound daha olgun daha oturaklı... Hani ergen bir tabirle söyleyecek olursam, All The Wars gaz bir sound'dan çok, üstüne gerçekten uğraşılmış bir albüm olmuş. Kafalarındaki agresif PT'ye All The Wars ile erişmiş olsa gerek grup.

Grubun gelişim gösterdiği bir diğer önemli nokta ise; grubun melodik tarafı üzerinden geliyor. Grup yeni albümünde doğu tınılarını yaylı partisyonlarla kullanmaktan hiç çekinmemiş. Albümde yaylı partisyonlar o kadar yerli yerinde kullanılmış ki zannedersiniz grup uzun yıllardır bu tip denemelerle meşgul. Gerçekten yaylılar oldukça iyi yedirilmiş şarkılara. Bu durum, grubun melodik tarafını da oldukça iyi desteklemiş. Melodik olarak daha güçlü bir PT ortaya çıkmış.

PT ile kendi payıma düşen garip  bir hikayemi sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu grup her albümlerinde muhakkak bir ya da iki tane vurucu şarkı yapıyor arkadaş. Diyelim ki albümü dinlemeye başlıyorsunuz, ilk şarkıyı dinlediniz, ikinci şarkıyı dinlediniz, derken üçüncüyü de dinlediniz ve bahsettiğim vurucu şarkı geldi. Yandığımın resmidir o şarkı. O şarkıyı tüketmeden diğer şarkılara geçemem, olmaz, beceremem. Şarkıyı repeat'e almaktan başka çare bıraktırmaz bana grup. Örnek vermek gerekirse, "The Sorry State", "Run me Through" gibi şarkılar, o kadar vurucudur ki, bu şarkıları dinlemekten diğer şarkılara yoğunlaşamazsınız.

PT, aynı çizgiyi yine korumuş sağ olsun. Albüme adını veren "All The Wars" son zamanlarda dinlediğim en vurucu şarkılardan biri. Gerek şarkının 'hüznü' gerekse yaratılmaya çalışan atmosferi ile diğer şarkılardan hem bir adım öne çıkıyor hem de farklılaşıyor.

Kısacası PT, All The Wars ile serüvenine bıraktığı yerden devam ediyor. Bence bu serüven, biz yolcular için halen mükemmel bir hal içerisinde.

Hep böyle kal, e mi PT? böhühühühü

Edit: Albümde "More Wars" adında, şarkıların akustik hallerinin olduğu bir Cd daha var. Hani abartmak istemiyorum ama bazı şarkılar akustik halleriyle daha iyi olmuş. Kesinlikle dinlemeniz önerilir.

*Ayrıca The Pineapple Thief TOP 5'i için de tıklayabilirsin!












22 Ekim 2012 Pazartesi

Kutsal Buluşma: ARS LONGA

Ars Longa

Cumartesi akşamı çok keyifli bir konser izlemeye gittim. Dunia, Bağımsız Festival etkinliğinin ikincisini düzenledi. 16 Ekim ile 21 Ekim arasındaki etkinlikte Ahmet Beyler, Marta, Drama, The Birdcage, Esas Çocuk, Ara, Nihil Piraye, Deli Gömleği, Rete Pegz, Eskiz, Düz Mantık, Kutu, Ars Longa, Sapan, H.İ.S., Peygamber Vitesi, Burhan Özfaturalar ve Anal Ok Orkestrası, Umut Adan sahne aldı. Maalesef etkinlikten çok geç haberim olduğu için diğer konserleri kaçırdım. O yüzden biraz üzgün olduğumu belirtmek isterim. 

Yazının teması Ars Longa'yı yazmadan önce Dunia'dan bahsetmek istiyorum. Daha önce Dunia'ya bir kere gitmiştim. Bunun benim eksikliğim olduğunu kabul ediyorum. Drama konseri ikinci katta sağ tarafta yapılmıştı. O sahne düzeni alışılmışın dışında ama samimi gelmişti. Bağımsız Festival için ikinci kata çıktığımızda herkesin normal oturma düzeninde oturduğunu görünce acaba festival iptal mi diye düşündüm. Sonra çatı katından inen ve çıkan insanları görünce oraya çıkıp hayatımda gördüğüm en güzel konser alanlarından biriyle karşılaştım. Gerçekten başka bir dünya varmış. O gün Dunia ile ilgili bir şeyden çok emin oldum. Bir Kadıköy'lü olarak Kadıköy'de Dunia gibi bir yerin olması beni çok mutlu etti ve etkiledi. O yüzden Dunia'ya daha çok gideceğimi, orayla ilgili sık sık bir şeyler paylaşacağımı eklemek istiyorum. 

* * *

Kutsal Buluşma: Ars Longa

O gece izlediğim üç grup arasından Ars Longa'yı seçmemin özel bir sebebi var. O gün Dunia ile  çok iyi bütünleştiğini ve çok keyifli bir konser verdiklerini söylemek lazım. Beni yazının temasına iteleyen şeyde o geceki performanslarıdır. 

Ars Longa yeni bir grup değil. Çok uzun bir geçmişleri var. Stüdyo Frekans zamanlarından hatırlıyorum. Şimdikinden daha ölü olduğunu düşündüğüm Indie zamanlarında rüzgar gibi esen bir gruptu. Sonra bir duruldular, kaybolur gibi oldular. Sonra birden yeniden ortaya çıktılar. Peyote'de grup tanıtımlarında şöyle bir tanıtım yazısı ile:

“Sanatçı güzel şeylerin yaratıcısıdır. Sanatı açığa çıkarıp sanatçıyı gizlemek, sanatın amacıdır” sözünü kendine şiar edinen Ars Longa, gençliğini mumu Peyote’de söndürerek, Myspace’in yükselme ve gerileme dönemlerini izleyerek ve her daim rock geleneğinin dekadansa düşkünlüğünü onaylayarak geçirdi. Şimdi, olgunluk döneminde en büyük gailesi, önce raflarda, sonra akıllarda ve bittabi kalplerde çok özel bir yere sahip olacak o büyük albümü yapmak. Yapamazsa da bahanesi hazır: vita brevis!



Ars Longa, Dunia'da çok güzel bir akustik konser verdiler. Dertlerinin "vita brevis!" olduğunu açık açık görebildim o akşam. Tüm grubun oturarak, birbirlerine olan eşit mesafelerdeki ruhsal dizilişleri ve onları dinleyenlerle arasındaki katları sıfıra indirmesi olayın en önemli boyutuydu. Dinleyenlerle kısa kısa muhabbet ettiler. "Şimdi bir cover çalıyoruz!" diyerek geçmek ile dinleyenlerle muhabbet etmek arasında çok anormal bir  hissiyat vardır. Canlı müzik dinlemenin en keyifli yanlarından biriside bu iletişimdir. Canlı müzik dinlerken evimizde, otobüste dinlediğimiz müzikleri canlı dinlemenin keyfinin yanı sıra, o müzikleri yapan insanların nasıl biri olduklarını, nelerden bahsettiklerini, sıradaki şarkının neden bu dünyada var olduğunu öğrendiğiniz anlara tanık olursunuz. Canlı müzik dinleyici ile müzisyenlerin buluştuğu kutsal bir andır.

Bu konuyla ilgili daha önce Sanatta Tasarlama Kabiliyetini Zorlamak yazısında Korhan Futacı'nın sözlerine yer vermiştim. Tekrar Korhan Futacı'nın sözlerini alıntılamak istiyorum. 

Korhan Futacı: Ben Hep şeye inanıyorum; hakikatten içten bir müzik yapılan bir mekânda, kendini o işe adamış insanların çaldığı bir mekânda sesten öte durumların ortaya çıktığına inanıyorum. Ve insan vücudunun da zihninin de, bilincinin de, sadece kulaklarıyla değil yani bütün vücuduyla bunu algıladığını düşünüyorum.



O gece Ars Longa, Dunia ve dinleyici arasındaki kutsal buluşma tam olarak böyle bir şeydi. Bu yazıda tarif etmeye çalıştığım ama belki de tarif edemediğim sesten öte durumları özeti bu şekildedir. Twitter üzerinden Ars Longa akustik performanslara devam edeceğini söyledi. Bizde Ars Longa'ya kaldığı yerden devam ederken, bir daha durmamaları, aynı samimi ve içtenlikle yollarını devam etmelerini istiyoruz. Dunia'yı daha sık anmak, Ars Longa gibi gruplara yer vererek, duruşlarını hiç zedelemeden Kadıköy'ün samimiyetini yansıtmaya  devam etmelerini istiyoruz. Çok şey istemiyoruz. 


Ars Longa'nın dediği gibi;


vita brevis!


***


21 Ekim 2012 Pazar

Pazar Şarkısı | Massive Attack & Warpaint & Mark Lanegan - Crystallized (The XX cover)

3 güzel isim bir araya gelip, güzel bir parçayı yeniden seslendirmiş... Biz de kendisiyle bugün karşılaşınca bu haftanın "Pazar Şarkısı" da kendiliğinden çıkıvermiş oldu.

Huzurlu pazarlar! :)


18 Ekim 2012 Perşembe

Dokunmak

Antoine Watteau - The Blunder

Dokunmak romantik bir harekettir. İnsanlar, sevdiği canlı ya da cansız her şeye dokunmak, hissetmek ister. Bazen bir kızdan/erkekten hoşlanırsınız ve onunla ilk buluşmanızda bir bahane bulup ona dokunmak istersiniz. Bu eylemi gerçekleştirme isteği beyninize girdiği andan dokunana kadar heyecan ile yoğrulmaya devam eder. Dokunursanız heyecanınızın ardından bir sarhoşluğa bürünebilirsiniz; ya da aksi durumda hayal kırıklığı yaşayabilirsiniz. 

İntihar etmek insanın hayatta yapabileceği en çılgınca şeydir. Geri dönüşü imkansız olan bir seçenektir. Zira hangi intihar eden insan geri dönüşü düşünmüştür ki? Hiç biri... Hayatta her önemli meselenin bir kez yaşandığı ve onu tekrar ederek telafi etmenin imkansız olduğunu varsayalım. Tüm varsayım içerisinde yaş ile ilgili faktörlerden dolayı hata yapma riskimizi en üst seviyede tutalım. Kişisel gelişimimizi tamamlayamamış olmak ya da geç tamamlamak, bu gelişim sürecinde bol bol hata yapıp sonra pişman olmak çok olası bir şey. Olgunlaşmak insanın hatalarının ardından yaşadığı sakinlik halidir. Sakinlik ise insanı heyecanlara nötrleştiren bir duygudur. Sakin insanlar tekrar hata yapar mı? Belki... Ama yeni hatalar eskisinden daha az şiddetli ve zararsız olur. Peki ya olmazsa? İşte o zaman intihar gerçekleşir. Bir şeyleri düzeltmek isterken daha da batmak çok can sıkıcıdır. Çözüm yoksa acı çekmeye devam mı etmek gerekir? 

Radikal kararlar almak büyük şikayetlerin ardından alınan duygusal ve mantıksal eylemlerdir. Üzerinde düşündüğünüz, tartıştığınız, küfürler ettiğimiz bir yaşam biçimi üzerinde artık bu eylemlerin fayda etmediğini düşünürsünüz. Yıllarca sevmediğiniz bir işte çalışıp, her gün küfürler ederek geçirdiğiniz bir günün insanın kendi geleceğine kattığı değer sıfırdır. İnsanın sevmediği biriyle evlenmesi, o kişinin dünyanın en iyi insanı olsa bile insanı umutsuzluğa sürükleyen bir evrenin başlangıcı ve sonucu arasındaki zaman dilimi bu karara iteler. İnsanın istemediği bir okulda ve istemediği bir bölümde eğitim görmesi de yine aynı zaman dilimi içinde yaşanan karamsarlıklar silsilesidir. 

Peki insan ne yapmalı? 

*

Bizlerin en büyük sancısı, ölmek ve doğmak arasında kurduğumuz kötü ve iyi ilişkisine bir türlü dengeler sağlayamamamızdır. Bütün insanlar ölmenin olağan üstü bir durum olduğu kanısındadır; zira doğmanın da iyi anlamda olağan üstü olduğu kanısındadır. Ölmek ve doğmak arasındaki çizgide olan şeyleri de normal kabul ederler. Hem inişleri hem de çıkışlarıyla. Hepimiz inişler ve çıkışların rastlantısal ve yazılı olmayan kurallara, toplumun itelediği gerçeklere ne kadar ayak uydurup uydurmadığımızın neticesinde gerçekleşeceğine inanıyoruz. 

Yukarıda paint ile size basit bir yaşam grafiği çizdim. Hepimizin kafasında oluşan algı bu şekilde. Doğmak ve ölmek arasındaki çizgilerin dalgalı/değişken olması söz konusudur. Nedenleri açık açık tartışılabilir ama insanlar genellikle doğmaktan sonraki evreyi, maksimum düzeyde stabil olmalarını sağlayamıyorlar. Bu değişkenler bizim 0-18 yaş arasında, ebeveynlerimiz tarafından ne kadar doğru yetiştirilip, yetiştirilmediğimize göre dalgalanırken, 18 yaşımızdan sonra ise tamamen bizim insiyatifimizde gelişen olaylara verdiğimiz tepkiler ve kendimizi ne kadar geliştirdiğimize bağlı olarak yarattığımız dalgalanmayı gösterir. Bu konularda bir sakatlık varsa ölümün gerisindeki zamanda ne bireyin kendisinin ne de diğer insanların bu yaşanan yaşam ile ilgili güzel, parlak şeyler düşünmesi mümkün olmayacaktır.

Biz sevdiğimiz istediğimiz hayallere ne kadar dokunabiliyoruz? Bu dokunma hayali kurduğumuz şeyleri ne kadar arzuluyoruz? Yoksa çok fazla içine kapanık ve çekingen bir halde yaşam mı sürüyoruz? Önümüze bir sürü engel mi çıkartıyoruz? Hepsine evet yazarak geçenlerin sayısı çok fazladır. Hayır diyerek istisna grubuna koyduğum insanlar ise dokunmak için radikal kararlar alan insanlardır. İntihar etmek ise bu iki gel-git arasında sıkışıp ruhunu öldüren insanların bedenlerini de ruhu yalnız kalmasın diye uyguladıkları fiziki bir eylemdir.

Peter Bardens Gibi Ölmek yazısını yazarken ölümün kaçınılmaz olduğunu kabul edip, öldükten sonra nasıl hatırlanmak istediğimi düşünerek yazmıştım. Şimdi ben bu yazıda sürekli ölümden bahsediyorum ya; bu yazıyı okuyan insanların hepsi dehşete kapılacaktır. Öyle bir şey söz konusu değil. Anlatmak istediğim sadece hayvanlar etki-tepki ile yaşarlar. İnsanlar hayatlarını bu kadar rastlantısal yaşamamalılar. Açıkça gözlemlediğim kadarıyla insanların suni bir hedefleri olması ve bu suni hedefler doğrultusunda tüm mutsuzluklarını bastırıyor olması bir insanın alabileceği en kötü karardır. 

Bu yüzden idealist insanlar her zaman imrenilen insanlar olmuşlardır. İnsanların kendi hayallerinin peşinden gitmek isterken önlerine çıkan engeller o kadar zayıf ve güçsüzdür ki, o engellerin varlığından bile yolun sonuna geldiklerinde şüphe duyarlar. Bu yüzden insanlar kendi yaşamlarını stabil bir haz ile yaşamak için ve sonlandırmak için doğru olan şeyi yapmalıdırlar. 

Vincent Van Gogh yaşadığı psikolojik problemleri belki iyileştirebilecek şeyler yapabilirdi ama o sanatını koruyabilmek ve sürdürebilmek için bunun yerine kendini daha çok dibe itti. Kimse Van Gogh'un ölümünden dehşetle bahsetmiyor. Aksine ölümü ve hatta kulağının kesme hikayesi bir çok insan için hala sır perdesidir. İnsanların Van Gogh üzerine düşündüğü şeyler önce resimlerden başlayarak devam eder. Bu Van Gogh'un idealleri ile ilgili çizdiği yolun hikayesidir. O dalgalanan bir hayat yaşamadı. İstediği stabil hayatı yaşadı. Stabil hayatın içinde elbette ruhsal iniş-çıkışlar oldu ama genel yaşam çizelgesindeki iniş çıkışlar kadar dalgalı değildi. 

Mesela kitaplar, kaynaklar Beethoven'ın aksi, geçimsiz bir adam olduğundan bahseder. Beethoven kendini bu konuda iyileştirip, toplum nazarında düzgün, beyefendi bir adam olarak tarihe geçebilir miydi? Geçebilirdi. Zira o bu hareketin içinde kalsaydı o zaman başkalaşırdı. O başkalaşmak yerine kendi bildiği yoldan giderek her gününü daha iyi bir besteci olarak geçirme hayali ile yaşadı. Öyle de oldu. Bugün herkes Beethoven'ın aksiliğinden ziyade bıraktığı bestelerini anarak onu yüceltiyor.

Bu şekilde düşünürsek ideallere giden yolda ilerlerken toplumun önerdiği her şeyin kişiler üzerinde zafiyet gösterdiğini iddia edebiliriz. Yüzeysel düşünürsek bu zafiyetlerin sanatçıları toplum nazarında "kötü insan" profiline sürüklediği de açıkça görünmektedir. Bugün 18 Ekim Perşembe. Fazıl Say yargılanıyor. Nedeni halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılama suçundan dolayı. Fazıl Say, Hayyam'ın "Irmaklarından şaraplar akacak' diyorsun Cennet-i alâ meyhane midir? ‘Her mümin'e iki huri' diyorsun Cennet-i alâ kerhane midir?" dizelerini paylaştığı için... Yani olayın özeti toplum tarafından kabul görmeyen düşünceleri onaylanmayan iki insanın, Fazıl ve Hayyam'ın, toplum ile yaşadığı çatışmasını; yani idealleri ve inandıkları şeyler uğruna bildikleri yoldan hiç bir zaman şaşmamalarını göstermektedir. 

Bugün Fazıl Say'ı asabilirler. Assınlar. Biz Van Gogh'u nasıl hatırlıyorsak onu da öyle hatırlayacağız. Kimse Egemen Bağış'ın "Yargı onu saçmaladı saysın. Keşke Fazıl Say bizi bunu, uluslararası platformda anlatma durumuna düşürmeseydi" cümlelerini hatırlamayacak; hatırlayanlarda Egemen Bağış'ın bu düşüncesini aşağılayacak. 

İnsanlar şunu çok net anlamalılar. Mesele Fazıl, Van Gogh, Hayyam, Beethoven olmak değil. Mesela kendi adı soyadını temsil eden ruha değer katmak, ona anlam yüklemek. Kerim Yılmaz, Selin Güneşli, Mustafa Esen gerçekten bu hayatta neden var? Bu hayat üzerinde yaşama gayeleri rastlantısal olarak yaşamlarını dalgalı bir şekilde sonlandırıp, ölüme dehşetle yaklaşmak m? Yoksa hayatın içindeki kısa dönemde belirledikleri gerçek idealleri peşinden durmadan koşmak mı? 

Bence herkes bunu bir düşünmeli.

Ben Ernesto'ydum sadece Ernesto, sizde sadece bir şey olarak var olursunuz. Che olmayı kendim istedim, sizde inanırsanız olursunuz, inanırsanız. / Che Guevara

Benzer konular:

17 Ekim 2012 Çarşamba

VİDEO | Regina Spektor - "How"


Regina Spektor, geçtiğimiz Mayıs ayında çıkardığı son albümü What We Saw From The Cheap Seats'den yeni video klibini "How" adlı parçaya çekti.




16 Ekim 2012 Salı

Peyote'de IndieCity Gecesi!


Acayip güzel bir etkinlik haberini paylaşarak Indie sevenleri sevindirmek isteriz. Partapart ve SAE İstanbul bizi 20 Ekim akşamı Peyote'nin her katında Post Rock, Electronica, Ambient tarzlarıyla besleyerek obezite olmamıza sebebiyet verecek. Aç gelin!

Etkinlik kapsamında;

- Farfara 
- Audiokombat
- Men With a Plan
- goodgame
- Mondual
- Akkor
- Solardip
- Ah!Kosmos

yer alacak... 

Peyote sayfasındaki açıklamaları şu şekilde diyerek noktalayarak geri sayıma geçelim: 


***


PARTAPART, merkezinde müzik olan benzer fikirlerin oluşturduğu bir topluluk. Müzikte her zaman daha “kendine has” duruşlar arayan insanları bir araya getirmeyi amaç edinen PARTAPART’lıların ilk buluşması 20 Ekim’de Peyote İstanbul’da olacak.
Alıştığımız Peyote gecelerinden farklı olacak olan bu gecede performanslar saat 9’da başlayacak ve üç katta da müzik hiç susmayacak. Orada olanlar aynı gece hem post-rock, hem ambient, hem indie-electronica gruplarını aynı çatı altında bulabilecekler. O gece Berlin , İstanbul ve Ankara üçlüsü Farfara, Eskişehir’den Audiokombat, Peyote müdavimleri Men with a Plan, goodgame, Mondual, Akkor gibi grupların yanında çok iyi bildiğimiz solardip ve yeni keşfedeceğimiz Ah!Kosmos gibi isimler de yer alacak.

***

VİDEO | The xx - "Chained"


The xxCoexist albümünden ikinci video klip çalışmasını Chained adlı parçaya geldi.

Sadeliğinin yanı sıra su altı görüntülerinin büyüleyiciliğiyle dikkat çeken klip için buyrun;



14 Ekim 2012 Pazar

Bir Baba Indie Mix: "Eylül 2012"


"Eylül 2012" playlistini sizlerle paylaşmaktan büyük bir heyecan duyuyoruz çünkü "Artık bizim zamanımız geliyor" desek çok da iddialı bir cümle kurmamış oluruz. Yaz ayları boyunca biriktirdiğimiz şarkıları, elimizde avucumuzda olanları artık ortaya çıkarma zamanı.

Sonbahar 'huzurunu' anlatmaya koyulan 9 şarkı... Esenlikle dinleyiniz efendim

Sevgiler,



Diğer mix'ler için: 8tracks.com/birbabaindie 

Playlist: 

1. The Pineapple Thief - All the Wars
2. Villeneuve - Mercury
3. Lindi Ortega - Black Fly 
4. Message To Bears - Mountains
5. Steve Gibbs & Cyrus Reynolds - In Passing
6. Sophie Hunger - Shape
7. Soften - An Actor's Need
8. Alvin Zealot - Like The Sun
9. The Coma Lilies - Have Fun at Your War 

11 Ekim 2012 Perşembe

VİDEO | Two Door Cinema Club - "Sun"


Two Door Cinema Club, 2012 çıkışlı albümü Beacon'dan 2. video klip ve single'ını paylaştı!

Sun adlı parçaya gelen yeni video klip için buyrun;




8 Ekim 2012 Pazartesi

VİDEO | The Vaccines - "I Always Knew"


Son yılların en parlak İngiliz Indie Rock gruplarından The Vaccines, Come of Age albümünden bir video daha paylaştı.

Albümün en güzel parçalarından olan I Always Knew'a gelen klip için buyursunlar;





7 Ekim 2012 Pazar

Ormonde: Bir Trespassers William değil, belki olur!

Trespassers William'ın dağılışının ardından yaşadığım hayal kırıklığını halen tam olarak atlattım diyemem. Sadece grubun yerine koyabileceğim bir alternatif arıyorum. Alternatifi bulabildiğim de pek söylenemez. Bakalım TW gibi tutkunu olabildiğim bir grup ya da müzisyen bulabilecek miyim?

Ben arayışıma devam ederken, TW'ın solisti belki de atar damarı olan Anna Lyyne Williams yeni grubu ve notalarıyla karşımıza çıktı. Yeni grubun adı Ormonde oldu, grup hakkında çok önceden şöyle bir post girmiştim. O post'u girdiğim zamanlar TW henüz dağılmamıştı ve Ormonde bir alternatif olarak oldukça iyi bir iş olarak gelmişti. Anna melankolisi farklı bir sound içerisinde kendine yer bulmuştu, bence o dönem içerisinde oldukça iyiydi. En nihayetinde Anna'nın sesini birden fazla grupta dinleyecektim ve o buğulu ses farklı bir formasyon içerisinde de oldukça iyiydi.

Zaman geçti ve TW dağıldı  ve elde sadece Ormonde kaldı. TW'nin anlamsız ve de zamansız gidişi, benim tarafımda Ormonde'ye anlamsız anlamlar yükledi. Beklentilerim Ormonde adına oldukça fazlaydı ve grup benim anlamsız beklentilerimi pek karşılamadı.

Neden karşılamadı?
(Buradan sonrasını olumlu bir bakış açısıyla da ele alabilirsiniz, yazılanlar pek ala olumlu olarak da okunabilir)

İlk ve en temel sorun grubun sound'unun TW'ye oranla oldukça farklı olması. Şimdi her iki grupta ambient ekseninde müzik yapsa da, Ormonde ambient'ten biraz daha uzak bir müzikal tavır içerisinde, müzikleri daha ambient ve pop arasında kalıyor. Bu pop olma hali belli noktalarda grubun müziğini handikaplı bir hale sokuyor.

Ormonde, TW'ye oranla daha farklı sesleri, denemeleri barındırıyor. Bu benim gibi TW'de kullanılmaktan hiç çekinilmeyen ve ambient atmosferi yaratan ve hatta Anna'nın sesini oldukça iyi desteklediğini düşündüğüm slide gitar kullanımlarını da geri plana atıyor. Slide gitar kullanımı Ormonde'de oldukça az olmuş ve grup farklı dokunuşlarla bu atmosferi yaratmaya çalışmış. Güzel denemeler bunlar, hatta zamanla alışadabilirim bu kullanımlara ama TW sonrası beni pek sarmadığını da belirtmeliyim.

TW bir atmosfer grubuydu, grubu dinlediğinizde şarkılar sadece solist'le ya da melodi ile değil, şarkılar için yaratılan eşsiz atmosfer ile de sizi sarar ve sarsardı. Ancak Ormonde bir atmosfer grubu değil, hikayesini daha basit ve primitif yollarla anlatmaya koyulan bir grup. Bu durum bazıları için iyi olabilir ancak benim tarafımda Anna'nın sesini anlamlandırmak için ciddi bir handikap.

Dediğim gibi bu bahsettiğim temel özellikler olumlu bir bakış açısıyla da okunabilir, hatta ben bu post'u bundan bir yıl sonra okursam muhtemelen ben de olumlu bir bakış açısıyla ele alırım ancak TW'ın daha acısı dinmedi. Bu acıyı dindirdiğimde, bu güzel müziğin tadına da varacağımdır muhtemelen.

Şimdilik durum bundan ibaret, Ormonde bir TW olmasa da kendi içerisinde oldukça iyi ve tutarlı bir grup. En azından Anna'nın sesini özleyenler için ibretlik bir paylaşım...



6 Ekim 2012 Cumartesi

KONSER | Saint Etienne @ Salon




 4-5 Ekim tarihlerinde Salon İKSV’nin sezon açılışını yapan performansıyla Saint Etienne, 7 yıl aradan sonra yayınladıkları yeni albümleri bahanesiyle İstanbul’daki sevenlerini coşturup, performansından hiçbir şey kaybetmediğini de göstermiş oldu.


90’lı yıllarda dönemin house-pop sound’unu 60’ların Brit-pop’uyla harmanlayarak ‘You’re in a Bad Way’, ‘Sylvie’ ve ‘He’s on the Phone’ gibi büyük ilgi gören ve İngiltere listelerinde haftalarca boy gösteren hitlere imza atan Saint Etienne’in adı, 2000’lerin müzik piyasasında daha az anılır oldu. Dolayısıyla Salon’u dolduran kitlenin 30+ olmasının şaşırtıcı olmadığını söylerek söze başlayabiliriz.

4 Ekim gecesi katılımcı sayısı salonunu kapasitesini zorlayacak  kadar yoğun değildi. Eminim cuma gecesi grubun gördüğü ilgi, hafta sonunun getirdiği motivasyonla daha da artmıştır. ‘Like a Motorway’ ile başlayan gece, ‘Burnt Out Car’ ve ‘When I Was Seventeen’ gibi birbiri ardına sıralanan hitlerle nonstop Saint Etienne mix tadında devam etti.  Cracknell konserin ilk yarım saatinde konuşmayı pek tercih etmese de, ortalara doğru coca colasını yudumlayıp seyirciden istek parça alacak kadar ısındı salona. ‘Only Love Can Break Your Heart’ (Neil Young) ve ‘Who Do You Think You Are’ (Candlewick Green) gibi cover’lara seyircinin ilgisi büyüktü, fakat hep bir ağızdan söylenen SE hit’i ‘You’re in a Bad Way’ oldu (Böylece 30+ favori Saint Etienne hit’ini de öğrenmiş olduk). Dört kişi sahneye çıkan ekip, teknik ekipmanlarının donanımlılığının da desteğiyle stüdyo kayıtlarını aratmadı; yine de gönül isterdi 90’lı yıllarda olduğu gibi kendilerine eşlik eden bir gitarist olsun-en azından.

 44 yaşına basmış olmasına rağmen 90’lı yıllardaki performansını aratmayan ve güzelliğine güzellik katmış Sarah Cracknell’in mütevazi dansı ve seyirciyle kurduğu etkileşim o kadar içtendi ki, eminim o gece Salon’da bulunan tüm seyirci evine pozitif enerji depolayarak dönmüştür. Cracknell’in sesi ‘Tonight’ gibi bass-driven performansların içinde zaman zaman boğulsa da-ki bunda ses sistemi ile ilgili bir problemin de etkisi olmuş olsa gerek- genel olarak oldukça başarılıydı. Cracknell’in coşkuyu arttırmak adına vokal oyunlarına girmeden tüm samimiliğiyle seslendirdiği ‘I’ve Got Your Music’ ve ‘He’s on the Phone’, bis yapan grubun seslendirdiği son parçalar oldu. Erman Ata Uncu’nun grup ile yaptığı röportajda sorduğu kadar var, bu denli sevimli pop klasikleri ve Cracknell gibi bir vokal, akustik bir albümle taçlandırılmayı hak ediyor. Umarım grup üyeleri bir sonraki adımı akustik bir kaydın yolunda atar ve grubun akustik performansını da bu bahaneyle dinleme şansımız olur.


5 Ekim 2012 Cuma

Easter Island: Zıtlıklar


Coğrafya ya da kültürel unsurlar yapılan müziğin niteliğini doğrudan etkiliyor çoğu zaman. Bazı şarkıları dinler dinlemez, garip bir önyargı ile "şu coğrafyadan çıkmıştır bu şarkı" diyebiliyorsunuz. Böylesine etiketlemeler iyi bir hali mi işaret eder yoksa müziği belli bir kategoriye sokup, müziğin yolunu tıkar mı orası uzun tartışma konusu ancak bazen bu kategorize hali bozan öylesine işler ortaya çıkıyor ki geriye sadece kendinizi beğenmiş yorumunuz kalıyor.

- Ön yargılı yaklaşım mode on -

Misal hayatımda bu duruma en güzel örneklerden birisi, ergenlik zamanlarımdan kalan ve halen de severek dinlediğim Agalloch adlı metal grubudur. Grubu ilk dinlediğimde herhalde Türk bunlar demiştim, sonrasında bu durum Kuzey illerinden herhaldeye döndü. Sonuç olarak grup safkan Amerika dolaylarından çıktı. Hani yapılan müzik öylesine ağır ve karanlıktı ki grubu Amerika dolaylarından düşünmek aklımın ucundan dahi geçmemişti. Sonuç olarak grup beni derin bir yalnızlığa sürüklemişti o günlerde

- Ön yargılı yaklaşım mode off -

Agalloch'dakine benzer bir hali yaşatan bir grup daha var aramızda sayın takipçiler. Easter Island adında olan bu grup her ne kadar Amerika kökenli olsa da, yaptıkları müzikte bildiğiniz Kuzey Avrupa topraklarının güzel dokusu mevcut. Peki yıldım mı? Tabii ki hayır. Azimle grup üyelerinin şecerelerine indim, hani belki bir bağlantı yakalarım Kuzey illerinden diye. Nafile bir çaba efendim, haddime mi düşmüş? Tüm grup elemanları Amerika topraklarında yeşermiş, büyümüş ve Easter Island olmuş. Peki nasıl oluyor da böylesine kuzey elleri etkili bir müzik yapabiliyorlar? Onu da Ateyizler açıklasın!

Ateyizler grup hakkında yorumlarını yapa dursunlar, ben bu grubun müziğini biraz açıklamaya koyulayım. Easter Island farklı tarzları müzikal yapısında gayet başarılı bir biçimde harmanlayan enfes bir grup. Indie, post-rock ve ambient gibi farklı müzikal unsurlardan beslenen grup, bu farklı yapıları tadında kullanarak güzel bir birleşim oluşturuyor. Grubun çoğu şarkısında bahsettiğim müzikal yapılar bir diğerinin önüne geçmiyor, grup bu müzikal yapıları doğru içeriklerle müziklerine yedirmiş. 

Müziğe yaklaşımları ise ne siyah ne de beyaz, gri bir tonda müzik yapıyorlar. Hani Easter Island için "karanlık bir müzik yapıyor bunlar abi" demek geliyor içimden  ancak o da yetmiyor. Yaptıkları müzikte net bir karanlık yok, daha gri gibi ama daha karanlık bir gri bu. Aslında bu hal bir bakıma iyi gibi de, müziğin içerisinde çok rahat kaybolabiliyorsunuz. Misal bu grubun "Ginger" adlı bir şarkısı var, tam da bu koyu gri tanımımı anlatır nitelikte. Şarkı aslında karanlık, sağlam bir melodiye ve melankoliye de sahip ancak metronom şarkının melodik yapısının da aksine bir o kadar hızlı. Böylesine zıt bir durumu, bu kadar iyi birleştirebilmeleri gerçekten takdire şayan. Albümü dinlediğinizde de bu zıtlıkların bol bol kullanıldığının farkına varabilir ve bu zıtlıklardan gerçekten zevk alabilirsiniz.

To sum up, Amerika'nın bağrından çıkmış bu güzide grup, debut albümlerinde müzikal anlamda gerçekten oldukça kaliteli bir iş çıkarmış. Kendi coğrafi sınırları aşan bu güzel grubu dinlemenizi ısrarla önermek isterim.

Saygılarımla,
Vecihi