25 Aralık 2010 Cumartesi

Ólafur Arnalds Şubat'ta İstanbul'da!

Bir sene kadar önce 86 doğumlu genç bir İzlandalı ile tanışmıştık. Zaten ilk dinleyişte o dinginliği, derinliği, kısaca ''ayrı bir kafa''da olan müziği ile farklılığını hissettirip, bizde kendine ayrı bir yer edinmişti.

Eskiden bir metal grubunda davulcu olan Arnalds, aynı zamanda banjo, gitar, piano gibi enstrümanların kullanıldığı solo projesine de devam ediyordu. Bunun yanı sıra, Alman metal grubu Heaven Shall Burn'un 2004 yılı albümünde intro ve outrolar yine onun elinden çıkmıştı. 2007 yılına geldiğimizde Sigur Ros ile turlayan Ólafur, her sene çıkardığı irili ufaklı albümlerle birlikte kulaklarımıza kadar ulaşmayı başarmıştı.

İşte bu dahi çocuk, yine bir IKSV Salon güzelliği olarak 10 ve 11 Şubat tarihlerinde kanlı canlı olarak karşımızda yer alacak. Bu haberi de şu tweeti, ya da direkt olarak turne programının yer aldığı resmi sitesinden onaylayabilirsiniz.

Son olarak bir dip not atacak olursak; Ólafur Arnalds ile birlikte Salon'dan yine aynı ay içerisinde bir güzel konser haberi daha geldi. 5 Şubat tarihinde Belle & Sebastian ve Queens of the Stone Age'den tanınacak olan Mark Lanegan ve Isobel Campbell da sahne alacak ki, o da yine ayın izlenesi konserleri arasında yerini çoktan aldı bile.



Not: Bu arada Ólafur, Jay Jay Johanson'un şu hallerini anımsatmıyor mu yahu?

23 Aralık 2010 Perşembe

Hangisi Daha İyi?

A Silver Mt. Zion
Experimental, Post Rock kıvamındaki şarkıların oluşma aşamasında bazı farklılıklar var. Sanırım olayın iki boyutu var. Doğaçlama tüm grubun bir arada bir melodi üzerine yoğunlaşması ya da grubun bestecisinin evindeki dünyasında bir şeyler ortaya çıkarttığı.

Doğaçlama bestelere bakarsak şarkının uzunluğu ve kısalığı göz ardı edilmeksizin çok sık tekrarlar var. Burada hep "hmm o zaman bu şarkı kötü" ön yargısı oluşturulsada aslında öyle olmayabilir. Mesela Sorterargatan 3 / Gösta Berlings Saga bu özelliğe vurgu yapabilir. Şarkının neredeyse büyük bir çoğunluğunda bas gitar dümdüz çalıyor. Çok fazla değişken bir riff yok. Zira yine ritm gitarlarda bu tekrarlara katılıyor. Davul ve Rhodes'ların değişkenliği daha doğrusu alt yapı üzerinde çeşitli denemeleri ile şarkı tamamlanıyor. Bir başka örnekte ise Five / Interpol diyebilirim. Post Rock'ın ambiansından uzakta olsa deneysel çizgide olduğunu inkar edemeyeceğimiz bir şarkı. Bu şarkı özellikle üzerine çalışmış bir şarkı değildir. Açıkçası buna çok ihtimal vermiyorum. Şarkının içinde minik değişiklikler dışında başından sonuna kadar aynı paralelde devam eden riffler var. Şarkıdaki farklı renkleri ise Delay Efekti ile alıştığımız gitarlar ve arada vokalin çığlıklarıdır. Hem Sorterargatan 3 hem de Five ikiside bayıla bayıla dinlediğim şarkılardır. Doğaçlamayı yerinde ve doğru hareketlerle tekrarlı bir şekilde yapılması aslında kötü bir şey değildir. En azından eskisi kadar olumsuz bakmıyorum.

Russian Circles
Doğaçlama olmayan bestelere baktığımızda ise grubun bestecisi kimse onun evinde, kendi dünyasında yaşadığı şeyleri bir araya getirerek ortaya çıkarttığı bestelerdir. Sanıyorum ki bazı progresif kökenli deneysel bestelerin kaynağında bu tarz üretilmiş besteler yatmaktadır. Her ne kadar duygu yoğunlaşması eşliğinde bu besteler ortaya çıksada nihayetinde saatlerce tek başına uğraşıp, en ince ayrıntısına kadar düşünüldüğü için az tekrarlı, daha teknik besteler oluyor. Saatlerini hatta günlerini bir besteye harcamaya meyilli bestecilerin takıntılı mükemmelliyetçi özelliklerinden dolayı da progresif rock vurgusu sonsuza dek devam edecektir.

Tabi burada iki farklı çalışma tarzı sonrası ortaya çıkmış farklı tarzda bestelerden bahsediyoruz. Belki de ikinci çalışma stilini sadece Progresif Rock olarak algılamak alt tanım olarakta deneyselliğine vurgu yapmak daha doğru olacaktır. Çünkü; Post Rock'ı bir şekilde tanımlayabiliyorsunuz. Daha uç sesler, ambians oluşturacak öğeler bir araya enstrümental bir çizgide geldiği zaman minimum bir Post Rock bestesi olmuş oluyor. Fakat nasıl ki evrenin sonsuzluğunu kabul ediyorsak, Progresif Rock'ın sonsuzluğunuda kabul etmek doğru olacaktır.

Bu bağlamda Progresif Rock nasıl ki Jazz, Blues hatta Death Metal gibi başlı başına bile bir özelliği ve dinleyen kitlesi olan tarzları bir araya getirip, kendi bünyesinde barındırabiliyorsa aynen Post Rock'ı da kendi kanatları altına alabilir. Tabi ki Post Rock'ın da kendi başına bir tarz olduğunu kabul ederek.

Hangisi daha iyi dersek ben Progresif Rock'ın altında yaşayan bir Post Rock'ı her zaman öncelikli olarak tercih ederim.

22 Aralık 2010 Çarşamba

VİDEO | The Dø - Slippery Slope

Geçtiğimiz ay yeni albümlerinden ilk single olan Dust It Off'u yayımlayan The Dø'dan bu sefer de geçtiğimiz hafta yeni bir single ve video geldi.

Daha önceden bir örneği olmayan, farklı enstrümanlar,değişik ritimler kullanılarak yapılmış Slippery Slope adlı parçaya enterasan bir de video çekmişler.

Tamam değişik olmuş, basmakalıp olamamış. Ama yinede albüm genelinin böyle çok farklı tatlar arayarak geçmemesini umuyorum.

21 Aralık 2010 Salı

HAFTANIN ŞARKISI | Maria Mena - Just Hold Me

Bazı şarkılar vardır ya hani, hangi ruh halinde ve ortamda olursak olalım direk ilk dinleyişte ''budur'' dedirtir. Rahatlıkla yakalar, ele geçirir insanı. İşte bunlardan biri de geçtiğimiz haftalarda tanıştığım Maria Mena oldu.

1986 Norveç doğumlu bir abla Maria. 16 yaşında piyasaya girmiş biri olarak gayet dolu dolu işler yaptığını söyleyebilirim şu ana kadar yayımladığı 4 adet stüdyo albüme baktığımda. Daha fazla gerekli/gereksiz bilgi için şuralara müracat edin, ben de rahat rahat devam edeyim...
Resmi Site
Myspace
Last Fm
Blog
Ekşi Sözlük

Kolay kolay bir şarkıyı repeate almam. (Şu ana kadar aldığım tüm şarkıların da halen arkasındayım. Buyrun gelin tartışalım.) Fakat aldığım şarkının canını da çıkartmam öyle yüzlerce, binlerce kez dinleyip. Şarkı, playlistimde ardarda 3 kere çalabilme başarısı gösterebilmişse şayet o benim için tamamdır. Temiz 2-3 hafta daha benimledir. İşte bu özellikte bir başlangıç şarkısı olan Just Hold Me ardından hemen şarkının yer aldığı Apparently Unaffected albümünün geri kalanına kulak kabarttım. Ancak albüm hiçte beklediğim gibi ''Kalburüstü bir şarkı, gerisi yalan'' şeklinde değildi. Hepsinin dinlenebilirliği gayet yüksek, boş şarkı neredeyse yok gibiydi.

İşte bu sebeplerden ötrü, daha önceden bu ismi duymadıysanız hemen aşağıdaki video ile birlikte şarkıya kulak kabartmanızı salık veririm.


19 Aralık 2010 Pazar

Anneke ve Danny Cavanagh'dan yeni bir İstanbul seferi

Anneke & Danny'nin yaklaşık bir yıl aradan sonra, 13-14 Ocak tarihlerinde tekrardan İstanbul ve Ankara'da olacağı haberi geldi!

Resmi site ve facebooktwitter gibi çeşitli sosyal mecralardan duyurulan bu turnenin bilet fiyatları da açıklandı.

13 Ocak tarihinde ilk ayağı İstanbul Ghetto'da gerçekleşecek olan konserin detayları;

Kapı açılış: 21:00
Bilet Fiyatları: 30.50 TL
https://www.biletix.com/event.htm?id=MLVM1

Konserin ikinci ayağı ise 14 Ocak tarihinde Ankara 312 Arena'da gerçekleşecek.

18 Aralık 2010 Cumartesi

Melissa Auf der Maur İstanbul Konseri - Bir kadın...


Bir kadın sahne üzerinde bu kadar mı karizmatik durabilir? Bir kadın sahneyi bu kadar mı kaplayabilir? Bir kadın, bir kadın, bir kadın...

***

Melissa'yı dinlediğim ilk zamanlarda yaptığı müzik için "çok seksi lan bu" demiştim. Sonrasında dinledikçe bu düşüncem daha da sağlamlaştı. Bu kadın böyle bir müziği yaratmak için dizayn edilmiş bile dedim. Gerek riffler olsun, gerek ritimler olsun, gerekse vokaller olsun, bu seksi müzik tanımını tamamlayan öğeler. Hiç biri birbirinin önüne geçmeyen, tam kararında kullanılan enstrümanlar. Tarifsiz bir müzik.

Aylar geçtikten sonra, Melissa Auf der Maur ablamızın yolunun İstanbul'a düşeceğini öğrendim. İlk duyduğumda o kadar çok sevinmemiştim aslında. Böyle bir müzik nasıl canlı çalınabilirdi ki? Hani bir yanım "gitme lan" bile dedi. En azından kafamda bu kusursuzluk kalmalıydı. Sonra el pençe biletleri almak zorunda kaldık tabi.

Biletleri aldıktan sonra Melissa'nın canlı performanslarına bakınmaya başladım. Hani tam da korktuğum başıma gelmişti. Albümdeki o hava, canlı performansta yoktu. O seksi müzik, yerini kuru bir müziğe bırakmıştı. Video'ya fokuslanınız.

Her neyse aylar geçerken, konser zamanı denk geldi. Hala istemeyerek gidiyordum. Kejura ile beraber, İksv Salon'un yolunu tuttuk. Konser başlamadan Melissa'nın Sundance film festivalinde gösterilen, son albümüyle aynı adı taşıyan "Out of our minds" filmini izledik. Filme fazla konsantre olamadığımı söylemem gerek.

Film bittikten sonra sahne sırası Melissa'daydı. İşte o an, ilk notalar ve devrelerin yandığı an.. Tarifsiz bir kadın sahneye çıkıyor ve ilk albümünden bir şarkı çalıyor -muhtemelen Real A Lie- ve o an tüm endişeler yerini o seksi müziğe bırakıyor. İlk şarkıyı ağzım açık izlediğimi söylemek istiyorum. Bir şarkı canlı bu kadar güzel çalınabilir. Bir kadın sahnede yaptığı müzikle bu kadar bütünleşebilir ve ben bu cümleleri henüz ilk şarkı biterken bu kadar rahatlıkla söyleyebilirim.

İlk şarkı konserin nasıl geçeceğini müjdeler nitelikteydi. Diğer iki şarkıda ilk albümden geldi. Seyirci ilk albümün ritmik yapısından dolayı yeterince konser dozajına girdi. Sonrasında ikinci albümden -Out of our minds- The Hunt çalındı. The Hunt çalınırken, post rock gruplarına bu şarkıyı canlı olarak binlerce sefer dinletilmeli abi diye iç geçiriyordum. Resmen post rock gruplarına ders niteliğinde bir performanstı.

Sonrasında Mellissa ilk albümden şarkılara devam etti. İlk albümden şarkıları dinlerken anladım ki ilk albüm şarkılarını canlı olarak daha iyiydi. Şöyle söyleyeyim, yukarıda verdiğim link sanırım 2006 yılına ait ve oradaki sound'un çok çiğ olduğunu görebilirsiniz. Ancak konser sırasında çalınan ilk albüm şarkıların soundu inanılmaz. Olgunlaşmış sanki.

Benzer problem bu sefer de ikinci albümden şarkıları çalarken ortaya çıkıyordu. İkinci albümden şarkıları çalınırken, Melissa o ruhu veremedi malesef. Eksikti. Olmuyordu. İşte bu eksiklik Melissa'nın inanılmaz sahne performansıyla ortadan az da olsa kalkıyordu. Bir kadın sahneyi bu kadar mı iyi kaplar? Bilemiyorum. Dalgalı uzun saçları, hareketleri, dansları, enerjisi ve seyirciyle olan diyaloğu. Melissa'nın sahne duruşuna, o karizmatik tavrına diyecek laf kalmıyordu. Hele ki bu sahne duruşu, ilk albümden çalınan şarkılarla beraber olunca o an orgazm'dan -çok klişe oldu, farkındayım- farksız anlar yaşatıyordu, yaşadık.

Konser Followed the Waves ile bitti. Konserin heralde en çoşkulu anları bu şarkıyla yaşandı. Tüm salon şarkının ritimlerine kendine kaptırmıştı. Hepimiz "Skin Receiver" çalmadı, bis'te çalması gerekir derken, tam da beklediğimiz gibi bis'te Skin Receiver çalındı. Sonrasında turnenin son şarkısı olduğu için belki de bize özel bir kıyak geçerek The Doors'tan When the music's over çaldılar.

Gerçekten uzun zamandır dinlediğim en iyi konser olarak tarihime geçebilir. Tool konserinde kendimden geçerek çıktığımı hatırlıyorum, aynı duyguyu dün gece yine yaşadım. İnanılmaz, tarifi zor bir konser oldu. Özellikle Melissa'nın inanılmaz performansı için bile saatlerce orada kalınabilirdi ki olgunlaşan canlı performans işin tuzu biberi oldu. Gerçekten inanılmazdı.

Bu kadar laf ettikten sonra İksv Salon için ayrı bir parantez açmam gerekecek. Ben MELISSA AUF DER MAUR KONSERİNE 25TL VEREREK GİTTİM. Bu cümle bir şeyler ifade ediyor mu bilmem ama ağzımdan salyalarak akıtarak çıktığım konsere sadece 25 tl verdim. Bugün İstiklal'de çoğu gece kulübü ya da rock bar'a girişin 15tl+içki olduğunu düşünürsek, İksv Salon'nin nasıl bir fiyat politikası uyguladığını görmüş oluruz ki getirdikleri grup/sanatçılara değinmek dahi istemiyorum. Daha bir ay öncesinde Midlake gelmişti. Ne yaptın İksv Salon, ne yaptınız?

Bir kadın sahne üzerinde bu kadar mı karizmatik durabilir? Bir kadın sahneyi bu kadar mı kaplayabilir? Bir kadın, bir kadın, bir kadın...


Edit: Gitaristler Haneke'nin Funny Games (2007) karakterlerine benziyordu. Giydikleri sahne kıyafetleri, saçların modelleri, hareketleri vs...

16 Aralık 2010 Perşembe

123'ün yeni albümü ''Arve'' izleyiciyle buluştu

Daha önceden ne kadar istenilse de canlı olarak bir türlü denk getirilemeyen grupların arasında yer alan 123, 14 Aralık gecesi IKSV Salon'da yeni albümleri Arve'nin tanıtım konserini gerçekleştirdi.

Saatler konser başlangıcı olarak gözüken 21:30'a geldiğinde, ilk etapta mekan gayet sakin gözükse de, kısa bir süre içerisinde kendini gayet iyi toparladı ve çeşitli aksiliklere rağmen, güzel bir kalabalık önünde gayet keyifli bir konser gerçekleşti.

Birkaç gün içerisinde müzik marketlerde yerini alacak olan bu albümde şimdiden 3 adet favorim oldu bile!


İzleyemeyenler, bir daha ki buluşmayı kaçırmayın derim!




14 Aralık 2010 Salı

Scythelence: Hava Durumuna Göre İdeal


Eğer hava durumunu ben sunsaydım şöyle derdim:

Evet sevgili İstanbul'lular bugün İstanbul'da Yağmurlu ve Soğuk hava hakim. Hatta yer yer keşfi doğru yapanların evlerinin tepesinde bir Ambians ve Yaylılar grubu müthiş konserler veriyor.

Scythelence;

Bu tanımlama için uygun bir hareket. Ne biliyorsun diyeceksiniz bu adam hakkında vallahi ne yalan söyleyeyim hiç birşey bilmiyorum. Klasik müziğe sardığım bu günlerde Neo-Classical / Ambient tanımlasını görünce bu da ne ola ki? diye atlayıp, indirdiğim bir adam ve Post-Romantic Syndrome albümü.

Tek başına, Myspace adresindeki resimleri görünce aaa aynı Gökhan Kırdar dediğim adam. Bizim Gökhan Kırdar'ın Rus hali.

Müzikleri ise tanımlamaya uygun şekilde gerçekten ben ilk defa dinlesem Ambient'i direk yapıştırırdım. Lakin Neo- ibaresi bana hep ucu açık geldiğinden boş bırakabilirdim. Abimiz hakkaten adamı öldürecek kadar ambient'e boğmuş. Ama diyorum eğer kafanız gerçekten bulanıksa açıp dinleyeyim demeyin. Çok ciddiyim. Tehlikeli bir müzik nihayetin de.


http://www.myspace.com/scythelence

Myspace adresinde albümü ücretsiz olarak indirebileceğini linkler mevcut.
(...)

Radyo Babylon resmi yayın hayatına başlıyor!

Babylon ve dolayısıyla Pozitif yaptığı güzelliklerin arasına yeni birini daha ekledi. 

İstanbul'dan Dünya'ya... Radyo Babylon...

Birkaç aydır internet üzerinden deneme yayınları yapan Radyo Babylon, 16 Aralık Perşembe günü resmi olarak yayınlarına başlıyor.

www.radyobabylon.com

Merakla bekliyoruz...

9 Aralık 2010 Perşembe

Yeni Saplantım: Gösta Berlings Saga



Detta Har Hänt isiminde bir albümden fırlamış karma-karışık, temiz nağmeler ile parıl parıl parlayan duygular gibidir... yani ta kendisidir Gösta Berlings Saga//

İsveç yine tüm güzelliği ile bir makina gibi sürekli gruplar hediye ediyor dünya alemine. Nasıl bir enerjidir, nasıl bir ülkedir ...

Gösta Berlings Saga - Detta Har Hänt albümü deneysel albümler kategorimde zirveye yaklaşacak bir albüm. The Non sonrasında Paucity ile arasında gidip geldiğim ve sonunda evet The Non'da iyi ama bu daha bir progressive diyerek sevdiğim. Artık dinlemekten vaz geçip, analizlerine girdiğim grup.

1924 yapımı bir filmden ismini alan grubun kadrosunu daha önce doğal olarak duymadığımız Einar Baldursson, David Lundberg, Gabriel Hermansson, Alexander Skepp isimleri oluşturuyor.

Kayıtlarını kim yaptı falan bilmiyorum ama çok beğendim. Özellikle gitarların sağ-sol kanallara dağılımı bazı kalıplaşmış, kendini aşamayan, ben kendi kayıtlarımız için gitarlar sağa sola %70-%80 dağıt dediğimde "oha" diyen insanlara kapak niteliği taşıyor. Ee boşa dememişler tırnağın varsa başını kaşırsın diye.

Sorterargatan 3 ve Vastarbron 05:30 şimdilik en favori şarkılarım. Sindire sindire dinliyorum.



Sorterargatan 3 de kanallara dağıtılmış tekrarları (hatta loopları demek daha doğru olur) tek bir renk üzerinde farklı denemeler gibi ... 3. dakikadan sonra sol kanaldan giren ritm gitarlar şarkının kalan kısmının çoğunda eşlik ediyor. İlerleyen dakikalarda ise Opeth'ten alışık olduğumuz klavyeler bize İsveç'in havasını hissettiriyor. Çok ufak bir eleştiri yapmak istiyorum orada. Klavyelerin miksinden mi? tonundan mı? mp3 olmasından mı? neden bilmiyorum ama her tuşlara dokunuşta sesin gidip gelmesini sevmedim. (teknik olarak bilmeyince böyle anlatabilirim)... Şarkıyı sürükleyici kılan şey ise kesinlikle davullarıdır. Yoksa 9:48 uzunluğundaki bu şarkı, çok fena sıkıcı hallerde olabilirdi.

Vasterbron 05:30 için yorum yapmam çok erken olabilir. Blues vari sololar ile Post-Progessive Rock sentezi gerçekten deneysel ve ilginç hatta hoş olmuş diyebilirim. Sorterargatan 3'e nazaran daha duygusal bir yapısı var.

Tüm albümü analiz etmem uzun sürebilir. Bunları analiz edip yazma konusunda net bir şey söylemem. Ben edeceğim ama yazar mıyım orasını bilmem.

Bu arada albümün ismide İsveç'te bir televizyon programıymış!

Enteresan doğrusu.
Sevdik.


8 Aralık 2010 Çarşamba

HAFTANIN ŞARKISI | Beirut - St Apollonia

13 Şubat 1986 New Mexico doğumlu bir müzik dahisi...

Zack Condon...

2006 yılında solo proje şeklinde başlattığı müzik yaşantısında, daha ilk albümden gidişatın ne denli güzel olacağının sinyallerini gözlere sokmuştu zaten Zack Condon. Ki yanıltmadı da böyle düşünenleri, 4 senede çıkan irili ufaklı bir sürü albüm ve şarkıyla birlikte...

The Gulag Orkestar albümünden aynı isimli parça ya da Postcard From Italy'yi dinlemek, grubu sevmek için başlı başına bir sebepti zaten. Bu gelenek diğer albümlerde de bozulmadı. En alakasız bir insanı bile bir şarkıyla kesinlikle yakalıyordu bu adam hiç acımadan.

Böyle grupları ayrı bir seviyorum. Dünyanın en müzikten anlamayan, en abuk adamını bile getirsen karşına, kulaklığı kulağına taktığın zaman yüzünü dahi buruşturmadan sonuna kadar dinleyip, beğeniyor ya... İşte orada çok fena hazlar duyuluyor. Negzel değil mi yahu?  Hatta işi iyice abartıp ''şarkıyı bana da atsana'' diyenleri bile var!

Şöyle ki; Sagopa'dan Kürtçe türkülere kadar oldukça geniş bir müzik dağarcığı olup, bu tarz işlerle oldukça alakasız bir arkadaşın telefonun da şu an BeirutShamrain, IAMX, Emptyself, Midlake ve hatta Iron Maiden çalıyorsa olay işte orda bitmiştir abicim...

Keşke bizde şimdi boğaza karşı oturaydık da, ortada ''Düş Sokağı Sakinleri ateşi'' yakarak bu şarkıyı söyleyeydik. Güzel olma mıydı? :'(

1 Aralık 2010 Çarşamba

PJ Harvey'den Yeni Single: Written On The Forehead

15 Şubat 2011'de yeni stüdyo albümü Let England Shake'i çıkarmaya hazırlanan İngiliz ablamız PJ Harvey, yeni albümden ilk single olarak Written On The Forehead'i paylaşıma açtı.