29 Nisan 2011 Cuma

Peter Bardens gibi Ölmek

Hayatı ikiye bölüp, manevi huzur-maddi esaret kıyaslamaları içerisinde sürüklenip gidiyorum. Hatta bir çok kişide bu yönde gidiyor. Kafamız oldukça karışık. İki dünya arasındaki bu uçurumda dalgalanmak kadar acı veren bir hissiyat yok. Sabah trafiğinde robot misali etrafı gözlemleyen insanları görmek keyifli değil. 

Bazen gözüm reklam tabelalarına takılıyor. Şaşırıyorum. Ne kadar çok reklam var. Hayatımın bir dönemini bankacı olarak geçirdiğimden çeşitli "Pazarlama" tekniklerini görüyorum. Sonra tüketmek, tüketmek, tüketmek. Her şeyi tüketmemizi istiyorlar. Her şeyi tüketirken kendimizi de tüketmemizi emrediyorlar. İnsanlar farkında değiller. Benliklerini, hayatlarını anlamlandıran bir kaç ufak şeyin başka birileri tarafından çalındıklarının farkında değiller. 

Hep bir med-cezir içinde tıpkı aynı durumda olan binlerce insan gibi beklentilerim ve hayatın sürüklediği noktaları düşünüyorum. Aynı iş yerindeki yan masamda oturan 45 yaşındaki kadınla, hemen arkamdaki 21 yaşındaki kızın hayat ve beklentileri üzerine derin düşünceler dalıyorum. Az ötede duran diğer 23 yaşındaki başka bir kızın kendine "hedef" olarak belirlediği "ünvan" zırvalığı ve davranışlarına gülüyorum. Bu saydığım insanların tüm gün düşündükleri şeyler ise daha komik. Mesela hadım etme yasasının haber bültenlerine düşmesiyle Ereksiyon mu? o ne? sorularını biraz utanarak, biraz yüksek sesle aralarında konuşması kadar garip bir şey olamaz. "Ha ha ha Direksiyon hani E ile başlıyor" Hmm ne acaba? çok şaşırdım şimdi bak. Nasıl da merak ettim. Sonra başka bir haber daha düşer gazetelere, "Gülben Ergen boşanıyor" "Allah allah ya nasıl olur.", "Ee tabi o kadar dansçı kız falan..." ve bir başka haber, bir başka haber, başka, haber,h,b,r,e.... 

Herkesin bir dünyası var elbette. Çokta umurumda değiller ama beni düşündüren tek şey Peter Bardens. Camel'in klavyecisi. Rahmetli Bardens. Üstad Bardens. 70'ler diyince aklıma gelen ilk isim Bardens. Never Let Go'daki ses tonu hep aklıma olan Bardens. 

Mezarlıklar, mezar taşları, soğuk, buz gibi mezar taşları. Şu yukarıdaki resme bakınca, tüm mezarlık, ölüm, cennet, cehennem algılarım değişiyor. Kendimle yüzleşmeye çalışıyorum. Alış-veriş merkezlerinde, güzel bir "x coffee" de yaşlanarak, çocuğum için sadece "Baba", yeğenlerim için sadece "Amca", iş arkadaşları (iş arkadaşı kadar saçma bir tanımlama yok ya neyse) için "Mehmet Sinan Bey", Annem için "Oğul", Sevgilim için "Aşk" falan... Ne kadar rutin bir tanımlama ve yaşlanma gidişatı.

Bu rutin anlayışı kırmak için ise gerçekten bizi biz yapan bu manevi huzur maddelerini diğer hayatın önüne geçirmek gerekiyor. Müzik ise müzik, resim ise resim, x ise x... Bize bu Dünya'yı tüketmek ne kazandırır gerçekten bilmiyorum. Algılamakta zorluk çekiyorum. Narsist Kişilik Bozukluklarında artışlar muhtemelen çoğalmıştır. Çünkü; sistem bunu istiyor. Bizi Peter Bardens değil Ali Ağaoğlu olmaya zorluyor. Üsküdar-Çamlıca'daki Çakaldağı mezarlığına giderseniz Ağaoğlu Aile Kabristanına mutlaka bakın. Ağaoğlu MyTower'ın Cennet/Cehennem kombinasyonu. 

Geçen haftaki doğum günümden aklımda kalan tek şey, yakın çevremin ve arkadaşlarımın hep müziğe vurgu yaparak doğum günümü kutlamalarıydı. Ayrıca aldığım 3 adet hediyenin 2 si müzik ile ilgiliydi. İnsanlar gözünde şirketteki ünvan ve pozisyonumu unutarak (-mutluluk verici) müzisyen olma gayretindeki Mehmet Sinan Güvenç'e vurgu yapmaları gerçekten en büyük hediyeydi. 

Peter Bardens öldü. Syd Barett öldü. Andrew Latimer için endişeliyim; zira David Gilmour ve Robert Fripp içinde; ve diğer tüm müzisyenler içinde. Fakat daha geniş düşününce üzülmek yerine Never Let Go dinliyorum. O gittiği yerde mutlu oluyor. Mezar taşına kazınmış notalar bile onun ruhunu dimdik ayakta tutuyor. Her aklıma gelişinde Syd için "mükemmel adam" tanımlamaları yapıyorum. Düşünüyorum, düşündürüyorlar. 

Çok fazla karmaşıklaştırmadan noktalamak istiyorum. İkiye bölünmüş hayatlar içerisinde Muhteşem Yüzyıl izleyip ölmek yerine, en kötü ihtimalle La Minör başlangıçlı bir besteyle ölmek daha keyifli olabilir. En azından bir sonraki kuşaklar adına, hatırlanmak maksadıyla. 

Nokta.

28 Nisan 2011 Perşembe

Ours ya da Jimmy Gnecco


Son zamanlarda en çok dinlediğim grupların başında Ours geliyor. Yol, ev, araba, bilgisayar, metrobüs vs. artık müzik dinlemek için nereyi bulursam, dinlediğim tek grup Ours oldu. Bu arada unutmadan yazmak istediğim nokta şudur ki; Ours'un toplamda 3 albümünün olması ve benim sadece 2001 çıkışlı ilk albümlerini dinleyerek manyaklaşmam.
Diğer 2 albümünü dinledikten sonra nasıl bir durumda olacağımı şimdilik kestiremiyorum, her neyse post'un konusu benim psikolojik durumum değil.

Ours'u bir kaç cümleyle tarif etmek gerekirse; herhalde dinlediğim en iyi erkek vokallerinden biri olan Jimmy Gnecco adlı adamın solisti olduğu grup diye tanımlayabilirim. Hatta biraz daha iddialı olacak olursam, Jimmy Gnecco için dinlediğim en iyi erkek vokali bile diyebilirim.

Bu adamı hangi kelimeyle anlatacağımı ya da nasıl cümlelere dökeceğimi bilmiyorum. Bir insanın sesi birbirinden tamamen zıt tonlarda bile bu kadar güzel çıkamaz. Tam bir 'kedi canını senin' hadisesi.

Ours'u Jimmy Gnecco'dan bağımsız olarak değerlendirecek olursak, melankolik bir hardrock grubu diyebiliriz. Hard Rock tarzını icra etseler bile farklı denizlerde yüzebiliyorlar. Progresif, Folk, Ambient gibi farklı tarzları bol bol icra edebiliyorlar ancak icra edebilmelerinin de ana sebebi Jimmy Gnecco. Gerçekten vokal performansı ile, çok sıradan grupları gözünüzde efsane mertebesine ulaştırabilir.

Bir post yazarken ilk defa bu kadar zorlandım, belki de yazdığım en kötü şeylerden bir tanesidir. Ne Ours'u anlatabildim ne de Jimmy Gnecco denen adamın mükemmel sesini.. Kesinlikle dinlemeniz gereken gruplardan biri Ours. Jimmy Gnecco için ise diyecek söz yok, çok farklı çok hanis, munis bir şey.

Post'u bitirirken kafama takılan tek bir soru var. Böyle bir ses bu zamana kadar nasıl popüler olamamış?



Şarkının orijinali için tıkla!

23 Nisan 2011 Cumartesi

Tristame - 2. Baskı

Şu an dinlemeye başladığım bir proje Tristâme. 4. şarkılarını dinlerken, ben bu projeyi bloga yazmalıyım arkadaşım diyerek kendimi buldum.

Ne olduklarına ve olmadıklarına dair çok fazla bilgim yok ancak dinlemeye başladığım andan bu yana, samimi bir müzikle karşı karşıya kaldığımı söylemek yanlış olmaz sanırım. Kimlere benzer diyenlere bir cevap vermekte şu an için zorlanıyorum. Bazı şarkılar Doves'un ilk albümdeki soundunu hatırlatırken, bazı şarkılarda ise Riverside'ın baladlarının bol olduğu zamanları- Second life syndrome ve ilk albümü hatırlattı. Ancak bu benzerlikler asla birer etkileşim değil. Tristâme, kesinlikle kendine has bir sound'u olan bir proje. Bunu beşinci şarkıyı dinlerken, net bir şekilde söylemek grubun nasıl bir müzik yaptığına dair güzel bir işaret olsa gerek. Belki de bu yüzden başlangıçta dediğim o samimiyet sizi çekiyor.

Albüm'ün müzikal altyapısı yeterince dolgun. Çello, viyola ve hatta akordeon gibi enstrümanlarla donatılmış albüm. Bu müzikal çeşitlilik her şarkının kompozisyonlarındaki kusursuzluğu da getirmiş.(6. şarkıyı dinliyorum şu an) Başka bir deyişle, Enstrüman bolluğu boşlukta kalmamış, her enstrüman şarkılara çok güzel yedirilmiş ve şarkılar tek bir enstrüman'ın boyundurluğu altında ezilmemiş ki bu durum benim müzik tanımıma çok uyan bir durum. Şarkıda bir enstrüman, diğer enstrümanları ezmemeli. Bu açıdan baktığımda, Tristâme asla ve asla bu yola girmemiş iyi de yapmışlar. Güzel bir harmoni var.

Eğer bir müzikte solist varsa, yapılan müzikte ilk baktığım şey solistin sesi ve ses rengidir. Bazen bu durumu abartıp, şarkının melodisi ne kadar güzel olursa olsun, sırf solistin sesini beğenmediğim için o müziği asla ve asla dinlemem. Benim için sözlü müzikte,solistin varlığı önemli noktalardan biridir. Her neyse bu durumu Tristâme ile bağlayacak olursam, bu projenin solistinin sesi yani RAMI beyin su gibi bir sesi var. Evet, hiç abartım yok. Rami'nin sesi son yıllarda duyduğum en güzel seslerden biri. Sanki su gibi sesi var adamın. Akıyor hacı. Şarkılarda asla kendini kasmıyor ve sanki muhabbet eder gibi sesini kullanıyor. Bu da müziğin samimiyetini artıran ayrı bir faktör olsa gerek .

Her neyse toplayayım birazcık, Tristâme son zamanlarda dinlediğim en güzel gruplardan bir tanesi. Müzik sizi yormuyor ve daha ilk dinleyişte ruhani bir şeylerle sizi içine alıyor ve sizi içerisinde sürüklüyor. Kesinlikle dinlemelisiniz.

Without You adlı şarkı içinse.. Allah belanı vermesin Rami..

http://www.myspace.com/tristame

22 Nisan 2011 Cuma

HAFTANIN ŞARKISI | Eisley - Mr. Moon

Haftanın Şarkısı'' demişiz ama 8 haftadır aynı şarkı da takılıp kalmışız. Aslında beklenilenin aksine oldukça da verimli bir zaman dilimiydi bu keşfedilen yeni gruplar açısından. Ancak ''klişe blogger bahaneleri'' burada da devreye girdi ve ''standart, gündelik koşturmacalar'' sebebiyle, gerekli olan zaman dilimi o tazecik şarkılardan birini seçip, koymak için ayrılamadı maalesef.


Mevzuya dönecek olursak...

Seçmeye niyetlenilen bir çok şarkı arasından, bu ay içerisinde ''Çok klişe yea!'' diye bahsettiğimiz, (bence) gayet de underrated bir grup olan Eisley'de karar kılındı.

Bir grubu tanıma aşamasındayken, dinlenilen albümde kafada ayrı bir yere oturtulan muhakkak 3-5 şarkı olur. (Zaten olmuyorsa at çöpe o albümü) İşte onların arasından -hiç adetim olmasa da- repeat'e ve mp3 playera atılan ilk şarkı, sizin yeni takıntınız olacak ''o şarkı''dır. Aslında çoğu zaman şaşkınlıklara boğuluyorum ''Hiç durmadan nasıl bulunabiliyor o takıntı şarkılar?'' O yıllarca dinlenebileceğine inandığın parça ardına, aynısından bir tane daha, bir tane daha, bir tane daha...

İşte hayata da kısaca bunların ''birleşim kümesi'' de diyebiliriz sanırım.

20 Nisan 2011 Çarşamba

Rock'n Coke'ta sona doğru yaklaşırken...

Biliyorsunuz ki, Rock'n Coke bu sene kendi sitesi üzerinden ''çadır kuracak'' 10.000 kişi sonrasında tüm gruplarını açıklayacağını duyurmuştu. Şu an ise tüm grupların açıklanabilmesi için beklenilen 1000 kişilik bir çadır alanı gözüküyor.

Bununla birlikte Pozitif ekibinden Rock'n Coke 2011 ile ilgili yeni isimler gelmeye de devam ediyor.

Son eklenen gruplarla birlikte şöyle ki;

ANA SAHNE
Limb Bizkit
Motörhead
Travis
Moby
Skunk Anansie
2 Many DJ's
The Kooks
Athena

ALTERNATİF SAHNE
Beach House
Tunng
Gaslamp Killer
FM Belfast
Thivery Corporation

SONAR SAHNE
Mogwai
The Black Lips
Electrelane
The Qemists
Chapel Club
Esben And The Witch

Bunların dışında ismi geçen Friendly Fires, Curry & Coco, İlhan Erşahin İstanbul Sessions'a da ayrı parantez açmak isterim.
http://www.rockncoke.com

Death Cab for Cutie'den bir single daha geldi!

Çıkacak olan yeni albümlerinden ilk single'larını geçtiğimiz Mart ayı sonunda dinleyicileriyle paylaşan Death Cab for Cutie, yeni albümden bir single daha yayımladı.

"Some Boys" ismindeki bu parçayla birlikte, yeni albüm Codes and Keys'in 31 Mayıs tarihinde resmi olarak yayımlanacağını bir kez daha hatırlatalım!

12 Nisan 2011 Salı

VİDEO | 123 - Laughter

Geçtiğimiz Ocak ayında, Arve albümünden ilk kliplerini The Grass'a çeken 123, ikinci klibini ise Laughter'a çekti.

Zaten güzel bir huzur havası mevcut olan bu şarkıya oldukça yakışıklı da bir klip çok iyi de oldu, çok güzel iyi oldu. Tamam mı?

çok iyi de oldu çok güzel iyi oldu tamam 

çok iyi de oldu çok güzel iyi oldu tamam 


Bu arada geçtiğimiz ay içerisinde kayıtları Bodrum'da yapılan Lara albümünü duymak için de sabırsızlanıyoruz!


123 - Laughter from onuryayla on Vimeo.

Arctic Monkeys'ten yeni bir single daha...

Geçtiğimiz Mart ayı içerisinde çıkartacakları yeni albümlerinden yayımladıkları ilk single Brick by Brick ile ortamı yavaştan ısıtan Arctic Monkeys, 6 Haziran tarihinde yayımlayacakları dördüncü albümleri Suck It and See'den yeni bir single'ı daha bizlerle paylaştı.


Ancak Don't Sit Down 'Cause I've Moved Your Chair ismindeki bu yeni single, aynı ilk parçada olduğu gibi pek ümit verici gözükmedi. Geride kalan bu iki parçaya bakacak olursak, yeni albümün geneli için çıtayı biraz düşük tutmakta fayda var gibi...

Arctic Monkeys dediğimiz zaman, beklentileri ister istemez yükselten de yine kendileri olduğundan hiç kusura bakmayacaklar artık!


Edit: Video ve albüm kapağı eklenmiştir.

7 Nisan 2011 Perşembe

Dredg: Upon Returning


Dredg yeni bir fotoğraf ve yeni bir şarkı daha paylaştı. 

UPON RETURNING

3 Mayıs'a ne kaldı ki? 

Linke tıklayınca Play tuşuna basıyorsun. Sonra çalıyor. Bu teknolojiden korkulur. Annee..........

Blackbud - 2. Baskı



Blog ilk açıldığı zamanlar, birbabaindie'nin buralara geleceği aklımızda yoktu. Çoğu yazdığımız postlar arada kaynadı. Bu sebeple arada kaynayan postları 2. baskı bölümümüzde tekrar yayınlamaya karar verdik.

2. Baskı Ön sözü: Çok toymuşuz o zamanlar, bu nasıl post'tur.

"Tanım: Hakan Tamar’ın insanlara dinlemesi için inatla ve ısrarla önerdiği grup.

Her ne kadar Hakan Tamar sayesinde öğrenmemiş olmasam da, karşınızda son zamanların en güzel indie gruplarından bir tanesi durmakta. Grubumuz İngiliz olmakla beraber, 3 kişiden oluşmaktadır. Müziklerini dinlediğiniz zaman, “ben bu melodileri bir yerde duymuştum lan” ya da “bu kimin şarkısıydı, dur sen söyleme ben diyeceğim” derken bulabiliyorsunuz kendinizi. En azından benim için durum bundan ibaret. Grubun en büyük özelliği de bu, saygı duyduğumuz müzisyenlerin/grupların bol bol etkisinde bulunmaları. Ancak bu durum kötü bir hadise değil; Blackbud bunu size öyle bir harmanla sunuyor ki size eleştirmekten çok, müziğin güzel düşlerine kendinizi bırakmanıza sebep oluyor. En azından öyle hissettim.

Her neyse, Blackbud’ta bulunan etkilişimlere bakacak olursak, öncelikle ciddi bir Radiohead etkisi var diyebiliriz. Bu etkiler daha çok Ok Computer dönemlerine denk gelmekte. Özellikle gitar soundu, Ok Computer albümünden fırlamış gibi duruyor.
Solistin sesi de bazı şarkılarda ciddi bir şekilde Thom Yorke andırmakla beraber, bazı şarkılarda Jeff Buckley olarak karşımıza çıkabiliyor.

Yukarıda birazcık neleri andırdıklarından dem vurduk. Ancak Blackbud neleri andırdıklarından çok fazlasına sahip olan bir grup. İlk başta Blackbud’a tam olarak Indie grubu demememiz gerek çünkü gerek soundları olsun gerekse biçimsel yapıları olsun yeterince progresif bir yapı içerisinde. Hatta bazen “Alternatif Rock mı yapıyolar lan?” derken buldum kendimi. Gitarın sesini yüksek tutmaktan asla çekinmiyolar. Şarkılar içerisinde geçişler yeterince radikal ve progresif.

Şimdilik uykum geldi. Ancak Hakan Tamar'ın da dediği gibi dinlemelisiniz bu güzide grubu..."

6 Nisan 2011 Çarşamba

VİDEO | Kurban - Misafir

Kurban, son çıkardığı Sahip albümünden, İfrit sonrasında 2. klibini Misafir'e 'konulu' olarak çekti.

Özet geçersek, şu ana kadar en beğendiğim Kurban klibi olmuş diyebilirim rahatlıkla.

İzleyelim...

5 Nisan 2011 Salı

Eisley - ' Çok klişe ya! '

Sayın Meclis Üyeleri;

'Klişe olmak' ifade ve durumunun bu kadar üstüne gidilmesine bir anlam veremiyorum. Eğer hoşlanılmayan bir durum varsa, direk bu özdeyiş kullanılıyor. İnsanlar 'ay çok klişe', 'çok klişe ya', 'klişe be abi' vs. demekten kendini alıkoyamıyor. Yapılan işi, davranışı ya da durumu negatif anlamda etiketlemek için kullanılan bir kelime hatta durum haline geldi. Çok kızıyorum bu duruma...

Sevgili Üyeler;

Bence durum bu kadar basit değil. Klişe dediğimiz 'kelime' bu kadar negatif anlam içermemeli, en azından böyle bir anlam yoğunluğunu içermemeli. Evet, haklısınız ki klişe olan şeyler yaratıcılık barındırmaz, genel anlamda mevcut durumun ya tekrarıdır ya da karbon kopyasıdır. Basma kalıp düşünceyi barındırır.

O zaman derdin ne diye bana soracaksınız?

Derdim şu ki her şey yaratıcılık barındırmalı mı? Bazı şeylerin tekrarı olması, ortaya çıkan eseri kötü kılar mı? Her şeyin yeni olmak zorunda olması, farklı olması da bir tür klişe değil midir? Yani 'yeni' kendi içinde klişe olma durumunu barındırmaz mı?

Benim derdim bu sorular da değil, ben klişe olana olumsuz gözde yaklaşmıyorum. Klişe olan çoğu şeyi seviyorum ve klişe olan çoğu şeyi çok severek 'tüketiyorum.' Çünkü klişe olan, beni mutlu kılıyor, çünkü klişe olan geçmişin samimiyetini barındırıyor. Klişe olan komplike dünyayı, daha basit algılamamı sağlıyor.

'Klişe olan' bu sebeple önemli.

Sayın Meclis üyeleri;

Size çok 'klişe' bir grubu anlatacağım. Grubun adı Eisley. Grubun elemanları 3 kadın ve 2 erkekten oluşmakta. Teksas orjinli bir grup. Bildiğiniz klişe Indie gruplarından, hatta yaptıkları müzik için nerdeyse hiç bir yenilik barındırmadığını bile söyleyebilirim. Eisley tarzında müzik icra eden bolca gruba da rastlayabilirsiniz, dinleyebilirsiniz. Tek farkları var ki, yaptıkları müzik samimi, yaptıkları karbon kopyalama işini tüm içtenlikleriyle yapıyorlar. Bu sebeple yaptıkları 'karbon kopya' şarkılar, albümler farklı bir boyuta geçmiş oluyor.

Şu ana kadar çıkardıkları 3 albümde de bunu fazlasıyla hissedebiliyorsunuz. Eisley, yenilik barındırmayan, ama bir şekilde sizi bu müziğe bağımlı kıldıran, enteresan bir grup. Bu grubu dinlediğinizde çok şaşırmayacaksınız, kulağınıza yeni bir sound gelmeyecek ama 'klişe' sizi sarıp sarmalayacak..

Sözlerimi tamamlarken; Eisley'in son albümünü bir haftadır sürekli dinlemekteyim. Çok güzel bir albüm olmuş. Birbirinin kopyası indie grupları dinlemekten bıkmayan gözlüklü Peyote meclisi, Eisley'i de dinleyin.

Şakşakşakşakşak..

(İstirham etmeyi unuttum, tühh)

http://www.myspace.com/eisley

Yoyom TV


Müzik kanalı nedir? Hmm mesela Kral TV? Hayır hayır. Neden aklımıza ilk Kral TV geliyor. Çünkü; bize öğretilen müziğin sınırları Kral TV'den ibaret.

Bazen açıp izliyorum. Güzel kadınlar (çoğu değil) falan böyle bir şeyler söyleyip duruyorlar. Sözlerin kesildiği noktalarda seksi danslar... Türk erkeğinin gönüllerini feth ediyorlar. Çok zorluyorum kendimi. Neden oradalar diye. Albüm satmaz. Konser de yok. Belki anlaşmalı olduğu bir gazino, müzikhol? İkibinonbir yılında olduğumuz aklıma gelince o da zor geliyor. Muhakkak müzikten öte bir şeyler vardır diyerek uzaklaşıyorum.

Neyse ki geçen gün internette gezinirken YOYOM TV'ye rastladım. Müzik kanalıymış. Öyle yazıyor. Hmm ne farkı olabilir ki? diye düşündüm. Sanki herkes bu soruyu soracakmış gibi http://www.yoyom.tv adresine girdiğimizde nereye baksak cevabı gösteriyorlar gibi geldi. YOYOM nedir? butonuna bastığımızda ise "evet işte budur" diye keyifle arkanıza yaslanıyorsunuz.

YOYOM TV doğru düzgün bir projedir. Desteklenmesi gerektiğine inanıyorum.

2 Nisan 2011 Cumartesi

Sonisphere 2011 İstanbul'un açıklanan ilk kadrosu!

Evet. Bir Baba Indie olsak da, herkes gibi bu sene merakla beklediğimiz bir festival daha var. Sonisphere 2011 İstanbul...

Kadrosuyla ilgili ilk kokular aylar önce çıkmıştı ve bir sürü isim konuşuluyordu. Ancak dün gece itibariyle ilk netleşen isimler dillenmeye başlandı ve sonunda ilk 5 ''büyük'' isim de rahat rahat açıklandı!

Aylardır hatta yıllardır ağızlarda dolanan ''Iron Maiden artık Türkiye'ye gelsin yea!'' lafları sonunda diniyor ve Iron Maiden İstanbul'a geliyor!

Geçen sene bir kısmını Stone Sour olarak Sonisphere'da gördüğümüz, bir dönem gençliğimizi adadığımız ''Maskeli 9'lar'' Slipknot'ta sonunda İstanbul'da!

Gün geçmiyor ki bir baba daha ülkeye giriş yapmasın... Hard Rock'ın babalarından Alice Cooper'ı da izleyebilecek bu sene müzikseverler...

Geçen sene yine dedikoduları dolanan progressive öğelerle bezeli Sludge Metal'in hatrı sayılır isimlerinden Mastodon da bu sene Sonisphere Istanbul sahnesinde!

Son olarak ise, en son 2005 yılında ülkemiz topraklarını ''alevler içinde'' bırakan İskandinav efsanesi In Flames'i de bu sene ülke sınırları içerisinde göreceğiz.

Bilet fiyatları açıklanan festivalin, bilet satışları da 4 Nisan Pazartesi günü Biletix'ten başlayacak. Şurada yine biz belirtelim fiyatları;

Vip Teras - 520.00 TL
Sahne Önü - 295.00 TL
Normal - 148.50 TL