Hayatı ikiye bölüp, manevi huzur-maddi esaret kıyaslamaları içerisinde sürüklenip gidiyorum. Hatta bir çok kişide bu yönde gidiyor. Kafamız oldukça karışık. İki dünya arasındaki bu uçurumda dalgalanmak kadar acı veren bir hissiyat yok. Sabah trafiğinde robot misali etrafı gözlemleyen insanları görmek keyifli değil.
Bazen gözüm reklam tabelalarına takılıyor. Şaşırıyorum. Ne kadar çok reklam var. Hayatımın bir dönemini bankacı olarak geçirdiğimden çeşitli "Pazarlama" tekniklerini görüyorum. Sonra tüketmek, tüketmek, tüketmek. Her şeyi tüketmemizi istiyorlar. Her şeyi tüketirken kendimizi de tüketmemizi emrediyorlar. İnsanlar farkında değiller. Benliklerini, hayatlarını anlamlandıran bir kaç ufak şeyin başka birileri tarafından çalındıklarının farkında değiller.
Hep bir med-cezir içinde tıpkı aynı durumda olan binlerce insan gibi beklentilerim ve hayatın sürüklediği noktaları düşünüyorum. Aynı iş yerindeki yan masamda oturan 45 yaşındaki kadınla, hemen arkamdaki 21 yaşındaki kızın hayat ve beklentileri üzerine derin düşünceler dalıyorum. Az ötede duran diğer 23 yaşındaki başka bir kızın kendine "hedef" olarak belirlediği "ünvan" zırvalığı ve davranışlarına gülüyorum. Bu saydığım insanların tüm gün düşündükleri şeyler ise daha komik. Mesela hadım etme yasasının haber bültenlerine düşmesiyle Ereksiyon mu? o ne? sorularını biraz utanarak, biraz yüksek sesle aralarında konuşması kadar garip bir şey olamaz. "Ha ha ha Direksiyon hani E ile başlıyor" Hmm ne acaba? çok şaşırdım şimdi bak. Nasıl da merak ettim. Sonra başka bir haber daha düşer gazetelere, "Gülben Ergen boşanıyor" "Allah allah ya nasıl olur.", "Ee tabi o kadar dansçı kız falan..." ve bir başka haber, bir başka haber, başka, haber,h,b,r,e....
Herkesin bir dünyası var elbette. Çokta umurumda değiller ama beni düşündüren tek şey Peter Bardens. Camel'in klavyecisi. Rahmetli Bardens. Üstad Bardens. 70'ler diyince aklıma gelen ilk isim Bardens. Never Let Go'daki ses tonu hep aklıma olan Bardens.
Mezarlıklar, mezar taşları, soğuk, buz gibi mezar taşları. Şu yukarıdaki resme bakınca, tüm mezarlık, ölüm, cennet, cehennem algılarım değişiyor. Kendimle yüzleşmeye çalışıyorum. Alış-veriş merkezlerinde, güzel bir "x coffee" de yaşlanarak, çocuğum için sadece "Baba", yeğenlerim için sadece "Amca", iş arkadaşları (iş arkadaşı kadar saçma bir tanımlama yok ya neyse) için "Mehmet Sinan Bey", Annem için "Oğul", Sevgilim için "Aşk" falan... Ne kadar rutin bir tanımlama ve yaşlanma gidişatı.
Bu rutin anlayışı kırmak için ise gerçekten bizi biz yapan bu manevi huzur maddelerini diğer hayatın önüne geçirmek gerekiyor. Müzik ise müzik, resim ise resim, x ise x... Bize bu Dünya'yı tüketmek ne kazandırır gerçekten bilmiyorum. Algılamakta zorluk çekiyorum. Narsist Kişilik Bozukluklarında artışlar muhtemelen çoğalmıştır. Çünkü; sistem bunu istiyor. Bizi Peter Bardens değil Ali Ağaoğlu olmaya zorluyor. Üsküdar-Çamlıca'daki Çakaldağı mezarlığına giderseniz Ağaoğlu Aile Kabristanına mutlaka bakın. Ağaoğlu MyTower'ın Cennet/Cehennem kombinasyonu.
Geçen haftaki doğum günümden aklımda kalan tek şey, yakın çevremin ve arkadaşlarımın hep müziğe vurgu yaparak doğum günümü kutlamalarıydı. Ayrıca aldığım 3 adet hediyenin 2 si müzik ile ilgiliydi. İnsanlar gözünde şirketteki ünvan ve pozisyonumu unutarak (-mutluluk verici) müzisyen olma gayretindeki Mehmet Sinan Güvenç'e vurgu yapmaları gerçekten en büyük hediyeydi.
Peter Bardens öldü. Syd Barett öldü. Andrew Latimer için endişeliyim; zira David Gilmour ve Robert Fripp içinde; ve diğer tüm müzisyenler içinde. Fakat daha geniş düşününce üzülmek yerine Never Let Go dinliyorum. O gittiği yerde mutlu oluyor. Mezar taşına kazınmış notalar bile onun ruhunu dimdik ayakta tutuyor. Her aklıma gelişinde Syd için "mükemmel adam" tanımlamaları yapıyorum. Düşünüyorum, düşündürüyorlar.
Çok fazla karmaşıklaştırmadan noktalamak istiyorum. İkiye bölünmüş hayatlar içerisinde Muhteşem Yüzyıl izleyip ölmek yerine, en kötü ihtimalle La Minör başlangıçlı bir besteyle ölmek daha keyifli olabilir. En azından bir sonraki kuşaklar adına, hatırlanmak maksadıyla.
Nokta.