25 Ocak 2013 Cuma

Mogwai - "Les Revenants"






"Anlamıyorsunuz beni. Belki de anladığınız şeyleri hemen unutuyorsunuz." diyerek bağırıyorum. "Kimin umurunda senin düşüncelerin!" bakışlarınız ile beni müthiş bir Zidane şutu ile uzaklara fırlatıyorsunuz.

Ah bu İskoçya sokaklarındaki yüzü dalgalı insanlar. Nereden geliyorlar kim bilir? Bisikletim ile ilerliyorum; sokaklarda aralarından hızlıca geçerek... Şu an yaşanan zaman dışındaki geçmiş ya da gelecek kelimelerini hafızamdan sildim. Onlardan birini elimde sandığımda çoktan beni terk edip gitmişti. Diğeri ise hep boş ümitlerle doluydu. Vazgeçtim ikisinden de... Sadece ilerliyorum. Sokakları, insanları gözlüyorum. Bazen notlar alıyorum. Güzel bir rampa bulursam bisiklet ile kendimi rüzgâra bırakıp, martılarla yarışıyorum. İşte o an koyu mavi görünüyor dünya.

Les Revenants Cafe'nin önünden geçerken 175 cm boylarında bir kadın görüyorum. Gri montu, bordo eşarbı ile uyumsuzluğunu ilan eden güzel bir kadın. Onu takip ediyorum. Bisikletten inip, yavaşça arkasından gidiyorum. Gri montunun cebinden bir şeyler çıkartıp konteynere attı. Konteynerin yanına gidip baktığımda, kredi kartı slipleri ve MP3 Playerını attığını gördüm. Çöpe elimi daldırıp, MP3 Playerı aldım. Kulaklığı ve ekranı parçalanmıştı. Kendi kulaklığımı alıp taktığımda kendimi müziğe bırakarak kadının gittiği yolun zıttına doğru gitmeye karar verdim. 

Tekrer Les Revenants Cafe'nin önüne geldiğimde kirli sakallı, sarhoş bir adam elinde telefon ile gözyaşlarına boğulmuşken bir anda kahkahalarla gülmeye başladı. Bisikleti kenara çekip bir yandan MP3 Playerdaki şarkıyı dinlemeye çalıştım. Bir yandan da adamı uzaktan takip etmeye... Şarkı öylesine güzel ki; adamın tüm hareketlerine fon müziği yapıyordu. Çok güzel bir piyano, çok güzel bir melodi ile akıp gidiyordu. Aynı adamın telefonla konuşurken gösterdiği reaksiyonlar gibi zıt karakterliydi şarkı. Çünkü adamın ağlarken gülmesi gibi sert davullar o piyanoya eşlik ediyordu. Şarkı bittiğinde kulağıma tek gelen adamın telefondaki konuştuğu kişiye "Hungry Face" diyerek bağırıp, yüzüne telefona kapatmasıydı. Adamın sinirli bakışları üzerime döndüğünde bisikletime atlayıp yavaşça uzaklaştım. 

İskoçya sokaklarında "Jaguar" marka bir arabaya rastlarsınız arabanın sahibinin yazar olma ihtimali vardır. Eskiden bir kitapta okumuştum. Hangi kitap olduğunu hatırlamıyorum. Burada ne kadar Jaguar kullanan varsa hepsi bankacı ya da muhasebeci gibi ciddi adamlar. Hiçbiri yazara benzemiyor. Geçen hafta Dominic Aitchison ile Dušan Kovačević'in Profesyonel isimli oyununa gittik. Oradaki karakterlerden sekreter Marta şöyle diyor "...yalnız çok tuhaf biri. Görseniz bir yazara da benzemiyor." diyor. Teodor ise "O zaman mutlaka bir yazardır. Bugünlerde herkes bir şey yazıyor ama kimse yazara benzemiyor. Ne kadar yazara benzemezsen o kadar kitap yazıyorsun." diyerek diyaloğu devam ettiriyor. İşte Teodor'un bahsettiği adamların çoğu bu Jaguar'lara biniyor. 

Buranın en güzel sokağından geçiyorum. Bu sokakta eskilerden kalma kocaman taştan bir harabe ev  var. Biraz masraf yapılsa çok güzel bir yapı olabilir. Duvarında "The Huts" yazıyor. Muhtemelen bu yazıyı akşam buraya gelip şarap içip, dans eden adamlar yapmıştır. Bir keresinde onlara eşlik etmiştim. Dışarısı oldukça soğuktu. Buz gibi bir karadut şarabı ile doğaçlama şarkılar söylemiştik. Ben pek sevmediğim için katılmadım ama ara sıra benimle bisiklet gezintilerine çıkan Martin Bulloch o akşam fena halde için dans etmişti. Kendi eğlendiği gibi bizi de komik danslarıyla eğlendirmişti. The Huts'ın olduğu sokağın bir ucundan girdiğinizde denizi görmeye ve pedal çevirdikçe denizden ziyade bulutlara doğru yükseldiğinizi hissediyorsunuz. Kulağımdaki MP3 Player'dan kendi kendine hiç düzenini bozmadan çalan elektrik gitar ve yine üzerinde küçük yürüyüşler yapan iki sevgili gibi piyanolar... Şarkının ritmiyle yaklaşıyorum denize doğru ya da buluta doğru. Yükseldiğim an!

"Kill Jester" sahillerine indiğimde bisikletimi bir direğe bağlayıp denize en yakın duran banka gidip uzandım. Kulaklığın bir tanesini çıkarttım. Sol kulağıma pan yaptığımda denizin, kıyıya vurduğu anın sesi sağ kulağıma pan yaptığımda ise yaylıların ağır ağır anlattığı bir hikayeye eşlik eden rüzgâr kadar güzel piyanolar. Müzik ve doğa ile derin bir sohbet içindeyiz. 

Bankta yatarken havada uçuşup, önüme düşen gazeteyi elime aldım. Tarih kısmı yırtılmış, resimler bir çamura bulanmış, yazıların mürekkebi akmış. Gazete dışında her şey olabilirdi. O uçuşan şeyin ne olduğuna üzerindeki yazıları biraz okumaya gayret edince anladım. Televizyon yazıyordu bir köşesinde. Biraz altındaki resmin altında mahkeme kararı ile ağırlaştırılmış müebbet yazıyordu. Herhalde biri çok büyük suç işlemiş. Dünyadaki adalet sistemi mükemmel olduğundan müebbetlik bir şey olmadığından emin oldum sadece... Gazete o kadar sıkıcı geldi ki çöp kutusuna atmak için ayağa kalktım. Atmadan evvel okunabilen tek manşetine baktım. "This Messiah Needs Watching" 

Bisiklete atlıyorum. Hızlı bir şekilde pedallıyorum. Nabzım yükselirken etrafı hızla süzüyorum. Kafamı sola çevirip dükkanlara bakıyorum. Gri montlu kızı camında "Whisky Time" yazan bir bistroda tek başına oturmuş yemek yerken gördüm. Bisikletin frenlerine asılıp bistronun önüne bisikleti bağlayıp içeri girdim. Hemen yanındaki masaya oturdum. "Special N" isminde bilmediğim bir şeyler sipariş edip garsonu masamdan uzaklaştırdım. Bistroda kulağımdaki MP3 Playerdaki müziğe çok benzeyen bir şarkı çalıyordu. Yine yaylılar, gitarlar ve piyanoya eşlik eden sakin bir davul. İştahım iyice açılmıştı. Gri montlu kızla göz göze gelmemek için çok çaba sarf ettim  Fakat pek başarılı olamadım. Ona baktığımı anladığında masasından kalkıp yanıma geldi. Masama oturmak istediğini söyledi. "Tabi ki" diyerek masama oturmasına izin verdim. Bisikletimi beğendiğini söyledi. Beni daha önce Les Revenants Cafe'nin orda da gördüğünü söyledi. Garson siparişimi masama getirdi. Garsonun gömleğinin üzerinde ismi yazıyordu. Garsonun ismi John Cummings. Gri montlu kıza bir şey isteyip, istemediğini sordum. Kırmızı şarap istediğini söyledi. Garson siparişi getirmek için uzaklaştığında gri montunu çıkartıp, sandalyeye astı. Üzerinde krem rengi bir elbise vardı. Kolları dirseklerine kadar açıktı. Kolunun iç kısmındaki dövmesi vardı; üzerinde "Releative Hysteria" yazıyordu. Bistrodaki müzik ninni gibi esmeye başladı üzerimizde. Kızın krem rengi elbisesi ve kolundaki dövmesiyle büyülenmiş bir haldeydim. O anda söylediğim sözlerin bir anlamı olup, olmadığını tartamıyordum. Çalan şarkı her yanımı uyuşturmuştu. Garson geldiğinde "hanımefendi için "Fridge Magic" şarabından açtık." dedi. Şarabı tadıp uygun olduğunu söyledim. Halbuki şaraptan hiç anlamadığımı söylemeliydim ama söyleyemedim.

Gri montlu kız şarabını yudumlarken nereli olduğunu sordum. "Portekiz(Portugal)" dedi. Fernando Pessoa'yı sevip sevmediğini sordum. Bir düzine övgü dolu cümle kurdu. Artık onun frekansındaydım. Algılarımızın kilitlendiği noktada bu frekansının bozulmasının imkan yoktu. Çantamdan Fernando Pessoa kitabını çıkartıp masaya koydum. Beyaz teniyle iç içe geçen kırmızı ojeli elleriyle kitabı eline alıp, bir sayfa çevirdi. Okumaya başladı;

Kimseye ait olmamak... 
Kendime bile!
Bir yokluğun peşinde
ve ona ulaşma isteği içinde!

Onu dikkatlice takip ettim. Sayfalarını çevirdiği kitabı okur gibi yapıyordu sadece. Bu şiir o kitapta yok. Ezbere, hiç hatasız Fernando Pessoa'yı okumuştu. Bistroda çalan müziğin ağır ritmi ile kendim için yeni başlangıçlar ve yeni sonlar diledim. 

"Eagle Tax" etiketli montunu üzerine tekrar giydi. Ayağa kalktı. Elini uzattı ve kapıdan çıkıp gitti. Ben ise Fernando Pessoa ile karşılıklı şarap içmeye devam ettim. "Ey farklı kadın, hiç düşündün mü senin bana, benim sana nasıl da görünmez olduğumuzu?...." 

Garsondan hesabı istedim. Hızlıca ödemeyi gerçekleştirip masadan kalktım. Yemek, müzikler ve içkilere göre oldukça ucuz bir yer olduğunu söyleyebilirim. Duvarında eski bir aile resmi var. Kısmen dömiklasik bir mekan burası. Yemekleri ise mekanın görüntüsüne nazaran daha "Modern" olduğunu söyleyebilirim. İnanılmaz lezzetli. O duvardaki aile resminin altında "What Are They Doing In Heaven Today?" yazıyordu. Garsona dönüp bunun nedenini soracakken aklıma gri montlu kız geldi. Hızla dışarı çıkıp, bisikletime atladım. Sokakları tek tek geçiyorum. Bir yandan da yine, kulağımdaki kırık MP3 Playerdan aynı şarkıları dinlmeye devam ediyorum. "Wizard Motor" reklam tabelalarının arasından bir sürü insan kalabalığı gördüm. Bisikletle tabelaları geçtiğimde. Yeşillikler içindeki parkın içinde gitarlarıyla etrafındaki dinleyenlere güzel hayaller kurdurtan sokak müzisyenleri var. Bisikletimle kalabalığa ve müziğe doğru yaklaştım. Gri montlu kızında orada olduğunu görünce hiç düşünmeden yanına yaklaştım. Hiç ses yapmadan yanında durdum. Gri montlu kızda hiçbir şey demeden yüzüme bakıp, sessizce seyretti. Sonra koluma girip, öylece şarkının ritmiyle hafiften sallanmaya başladı. Sağ tarafımdaki gençten bir çocuk arkadaşına dönüp. "Sayın Barry Burns... Evde tıkılıp, Oblomov olmak üzereyken benimle gelmekle ne iyi yaptınız değil mi?" dedi.

Gri montlu kız kolumdan tutup beni kendine çevirdi. "Zaman doldu artık. Tanışalım. Adın?" dedi. "Stuart Braithwaite" dedim ve ekledim "Bu kırık MP3 Playerda çalan şarkılar kime ait?" 

"MOGWAI"

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder