Antoine Watteau - The Blunder |
Dokunmak romantik bir harekettir. İnsanlar, sevdiği canlı ya da cansız her şeye dokunmak, hissetmek ister. Bazen bir kızdan/erkekten hoşlanırsınız ve onunla ilk buluşmanızda bir bahane bulup ona dokunmak istersiniz. Bu eylemi gerçekleştirme isteği beyninize girdiği andan dokunana kadar heyecan ile yoğrulmaya devam eder. Dokunursanız heyecanınızın ardından bir sarhoşluğa bürünebilirsiniz; ya da aksi durumda hayal kırıklığı yaşayabilirsiniz.
İntihar etmek insanın hayatta yapabileceği en çılgınca şeydir. Geri dönüşü imkansız olan bir seçenektir. Zira hangi intihar eden insan geri dönüşü düşünmüştür ki? Hiç biri... Hayatta her önemli meselenin bir kez yaşandığı ve onu tekrar ederek telafi etmenin imkansız olduğunu varsayalım. Tüm varsayım içerisinde yaş ile ilgili faktörlerden dolayı hata yapma riskimizi en üst seviyede tutalım. Kişisel gelişimimizi tamamlayamamış olmak ya da geç tamamlamak, bu gelişim sürecinde bol bol hata yapıp sonra pişman olmak çok olası bir şey. Olgunlaşmak insanın hatalarının ardından yaşadığı sakinlik halidir. Sakinlik ise insanı heyecanlara nötrleştiren bir duygudur. Sakin insanlar tekrar hata yapar mı? Belki... Ama yeni hatalar eskisinden daha az şiddetli ve zararsız olur. Peki ya olmazsa? İşte o zaman intihar gerçekleşir. Bir şeyleri düzeltmek isterken daha da batmak çok can sıkıcıdır. Çözüm yoksa acı çekmeye devam mı etmek gerekir?
Radikal kararlar almak büyük şikayetlerin ardından alınan duygusal ve mantıksal eylemlerdir. Üzerinde düşündüğünüz, tartıştığınız, küfürler ettiğimiz bir yaşam biçimi üzerinde artık bu eylemlerin fayda etmediğini düşünürsünüz. Yıllarca sevmediğiniz bir işte çalışıp, her gün küfürler ederek geçirdiğiniz bir günün insanın kendi geleceğine kattığı değer sıfırdır. İnsanın sevmediği biriyle evlenmesi, o kişinin dünyanın en iyi insanı olsa bile insanı umutsuzluğa sürükleyen bir evrenin başlangıcı ve sonucu arasındaki zaman dilimi bu karara iteler. İnsanın istemediği bir okulda ve istemediği bir bölümde eğitim görmesi de yine aynı zaman dilimi içinde yaşanan karamsarlıklar silsilesidir.
Peki insan ne yapmalı?
*
Bizlerin en büyük sancısı, ölmek ve doğmak arasında kurduğumuz kötü ve iyi ilişkisine bir türlü dengeler sağlayamamamızdır. Bütün insanlar ölmenin olağan üstü bir durum olduğu kanısındadır; zira doğmanın da iyi anlamda olağan üstü olduğu kanısındadır. Ölmek ve doğmak arasındaki çizgide olan şeyleri de normal kabul ederler. Hem inişleri hem de çıkışlarıyla. Hepimiz inişler ve çıkışların rastlantısal ve yazılı olmayan kurallara, toplumun itelediği gerçeklere ne kadar ayak uydurup uydurmadığımızın neticesinde gerçekleşeceğine inanıyoruz.
Yukarıda paint ile size basit bir yaşam grafiği çizdim. Hepimizin kafasında oluşan algı bu şekilde. Doğmak ve ölmek arasındaki çizgilerin dalgalı/değişken olması söz konusudur. Nedenleri açık açık tartışılabilir ama insanlar genellikle doğmaktan sonraki evreyi, maksimum düzeyde stabil olmalarını sağlayamıyorlar. Bu değişkenler bizim 0-18 yaş arasında, ebeveynlerimiz tarafından ne kadar doğru yetiştirilip, yetiştirilmediğimize göre dalgalanırken, 18 yaşımızdan sonra ise tamamen bizim insiyatifimizde gelişen olaylara verdiğimiz tepkiler ve kendimizi ne kadar geliştirdiğimize bağlı olarak yarattığımız dalgalanmayı gösterir. Bu konularda bir sakatlık varsa ölümün gerisindeki zamanda ne bireyin kendisinin ne de diğer insanların bu yaşanan yaşam ile ilgili güzel, parlak şeyler düşünmesi mümkün olmayacaktır.
Biz sevdiğimiz istediğimiz hayallere ne kadar dokunabiliyoruz? Bu dokunma hayali kurduğumuz şeyleri ne kadar arzuluyoruz? Yoksa çok fazla içine kapanık ve çekingen bir halde yaşam mı sürüyoruz? Önümüze bir sürü engel mi çıkartıyoruz? Hepsine evet yazarak geçenlerin sayısı çok fazladır. Hayır diyerek istisna grubuna koyduğum insanlar ise dokunmak için radikal kararlar alan insanlardır. İntihar etmek ise bu iki gel-git arasında sıkışıp ruhunu öldüren insanların bedenlerini de ruhu yalnız kalmasın diye uyguladıkları fiziki bir eylemdir.
Peter Bardens Gibi Ölmek yazısını yazarken ölümün kaçınılmaz olduğunu kabul edip, öldükten sonra nasıl hatırlanmak istediğimi düşünerek yazmıştım. Şimdi ben bu yazıda sürekli ölümden bahsediyorum ya; bu yazıyı okuyan insanların hepsi dehşete kapılacaktır. Öyle bir şey söz konusu değil. Anlatmak istediğim sadece hayvanlar etki-tepki ile yaşarlar. İnsanlar hayatlarını bu kadar rastlantısal yaşamamalılar. Açıkça gözlemlediğim kadarıyla insanların suni bir hedefleri olması ve bu suni hedefler doğrultusunda tüm mutsuzluklarını bastırıyor olması bir insanın alabileceği en kötü karardır.
Bu yüzden idealist insanlar her zaman imrenilen insanlar olmuşlardır. İnsanların kendi hayallerinin peşinden gitmek isterken önlerine çıkan engeller o kadar zayıf ve güçsüzdür ki, o engellerin varlığından bile yolun sonuna geldiklerinde şüphe duyarlar. Bu yüzden insanlar kendi yaşamlarını stabil bir haz ile yaşamak için ve sonlandırmak için doğru olan şeyi yapmalıdırlar.
Vincent Van Gogh yaşadığı psikolojik problemleri belki iyileştirebilecek şeyler yapabilirdi ama o sanatını koruyabilmek ve sürdürebilmek için bunun yerine kendini daha çok dibe itti. Kimse Van Gogh'un ölümünden dehşetle bahsetmiyor. Aksine ölümü ve hatta kulağının kesme hikayesi bir çok insan için hala sır perdesidir. İnsanların Van Gogh üzerine düşündüğü şeyler önce resimlerden başlayarak devam eder. Bu Van Gogh'un idealleri ile ilgili çizdiği yolun hikayesidir. O dalgalanan bir hayat yaşamadı. İstediği stabil hayatı yaşadı. Stabil hayatın içinde elbette ruhsal iniş-çıkışlar oldu ama genel yaşam çizelgesindeki iniş çıkışlar kadar dalgalı değildi.
Mesela kitaplar, kaynaklar Beethoven'ın aksi, geçimsiz bir adam olduğundan bahseder. Beethoven kendini bu konuda iyileştirip, toplum nazarında düzgün, beyefendi bir adam olarak tarihe geçebilir miydi? Geçebilirdi. Zira o bu hareketin içinde kalsaydı o zaman başkalaşırdı. O başkalaşmak yerine kendi bildiği yoldan giderek her gününü daha iyi bir besteci olarak geçirme hayali ile yaşadı. Öyle de oldu. Bugün herkes Beethoven'ın aksiliğinden ziyade bıraktığı bestelerini anarak onu yüceltiyor.
Bu şekilde düşünürsek ideallere giden yolda ilerlerken toplumun önerdiği her şeyin kişiler üzerinde zafiyet gösterdiğini iddia edebiliriz. Yüzeysel düşünürsek bu zafiyetlerin sanatçıları toplum nazarında "kötü insan" profiline sürüklediği de açıkça görünmektedir. Bugün 18 Ekim Perşembe. Fazıl Say yargılanıyor. Nedeni halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılama suçundan dolayı. Fazıl Say, Hayyam'ın "Irmaklarından şaraplar akacak' diyorsun Cennet-i alâ meyhane midir? ‘Her mümin'e iki huri' diyorsun Cennet-i alâ kerhane midir?" dizelerini paylaştığı için... Yani olayın özeti toplum tarafından kabul görmeyen düşünceleri onaylanmayan iki insanın, Fazıl ve Hayyam'ın, toplum ile yaşadığı çatışmasını; yani idealleri ve inandıkları şeyler uğruna bildikleri yoldan hiç bir zaman şaşmamalarını göstermektedir.
Bugün Fazıl Say'ı asabilirler. Assınlar. Biz Van Gogh'u nasıl hatırlıyorsak onu da öyle hatırlayacağız. Kimse Egemen Bağış'ın "Yargı onu saçmaladı saysın. Keşke Fazıl Say bizi bunu, uluslararası platformda anlatma durumuna düşürmeseydi" cümlelerini hatırlamayacak; hatırlayanlarda Egemen Bağış'ın bu düşüncesini aşağılayacak.
İnsanlar şunu çok net anlamalılar. Mesele Fazıl, Van Gogh, Hayyam, Beethoven olmak değil. Mesela kendi adı soyadını temsil eden ruha değer katmak, ona anlam yüklemek. Kerim Yılmaz, Selin Güneşli, Mustafa Esen gerçekten bu hayatta neden var? Bu hayat üzerinde yaşama gayeleri rastlantısal olarak yaşamlarını dalgalı bir şekilde sonlandırıp, ölüme dehşetle yaklaşmak m? Yoksa hayatın içindeki kısa dönemde belirledikleri gerçek idealleri peşinden durmadan koşmak mı?
Bence herkes bunu bir düşünmeli.
Ben Ernesto'ydum sadece Ernesto, sizde sadece bir şey olarak var olursunuz. Che olmayı kendim istedim, sizde inanırsanız olursunuz, inanırsanız. / Che Guevara
Benzer konular:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder